Zorunluluk ve Rastlantı Konusunda Hegel

Hegel_Georg_Wilhelm_Friedrich
Hegel

Varlığın doğasını tüm farklı dışavurumlarında analiz etmekle Hegel, muhtemel olanla gerçek olan arasındaki ve aynı zamanda zorunluluk ile rastlantı (“tesadüf”)arasındaki ilişkiyle ilgilenir. Bu sorunla bağlantılı olarak, Hegel’in en ünlü (ya da namlı) ifadelerinden birine açıklama getirmek önem taşır: “Ussal olan gerçektir ve gerçek olan ussaldır.” İlk bakışta, bu ifade gizemli ve aynı zamanda da gerici görünür, çünkü varolan her şeyin ussal ve bu nedenle meşru olduğunu ima ediyor gibidir. Ne var ki, hiç de Hegel’in kastettiği şey değildir: Oysa, Hegel’e göre gerçeklik, hiçbir şekilde, her koşulda ve her zaman, toplumsal ya da siyasal olayların verili bir durumunun öngörülebilir bir niteliği değildir. Tersine. Roma Cumhuriyeti gerçekti, ama onun ayağını kaydıran Roma İmparatorluğu da. 1789’da Fransız monarşisi o kadar gerçekdışıydı, yani tüm zorunluluktan o kadar yoksun, o kadar akıldışıydı ki, Hegel’in her zaman büyük bir coşkuyla sözünü ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılmak zorundaydı. Bu nedenle bu durumda, monarşi gerçekdışı ve devrim de gerçekti. Böylece, gelişimin ilerleyişi içerisinde, önceleri gerçek olan her şey gerçekdışı hale gelir, zorunluluğunu, varoluş hakkını, ussallığını kaybeder. Ve can çekişen gerçekliğin yerine yeni, yaşayabilir bir gerçeklik geçer; eğer eskimiş olan, kendi ölümüne debelenmeyerek gidecek kadar zekiyse barışçıl olarak, eğer bu zorunluluğa direnirse zorla. Böylelikle Hegelci önerme yine Hegelci diyalektik sayesinde kendi karşıtına dönüşür: İnsan tarihi alanında gerçek olan her şey zaman süreci içerisinde akıldışı hale gelir, bu nedenle gerçeklik tam da kendi hedefi itibariyle akıldışıdır, peşinen akıldışı olmakla lekelenmiştir; ve insanların kafasında ussal olan her şey, görünüşteki mevcut gerçeklikle ne kadar çelişik olursa olsun, gerçek haline gelmeye yönelir. Hegelci düşünce yönteminin tüm kuralları gereğince, gerçek olan her şeyin ussallığı önermesi kendisini bir başka önerme haline getirir:
Varolan her şey yok olmayı hak eder.

Verili bir toplum biçimi, kendi amaçlarını başardığı ölçüde, yani üretici güçleri geliştirdiği, kültürel düzeyi yükselttiği ve böylece insanlığın gelişimini ilerlettiği ölçüde “ussal”dır. Bunu becerememeye bir kez başladığında, kendisiyle çelişki içerisine sürüklenir, yani akıldışı ve gerçekdışı hale gelir ve artık hiçbir şekilde varolma hakkı yoktur. Bu nedenle, Hegel’in görünüşte en gerici ifadelerinde bile, devrimci bir fikir saklıdır. Varolan her şey besbelli zorunluluktan ötürü böyledir. Ama her şey varolamaz. Muhtemel varoluş henüz gerçek varoluş değildir. Mantık Bilimi’nde Hegel dikkatli bir biçimde, şeylerin, salt olanaklı olma durumundan, olasılık durumuna ve sonra da kaçınılmazlık (“zorunluluk”) durumuna geçtiği sürecin izini sürer. Modern bilimde “olasılık” sorunu etrafında ortaya çıkan devasa kafa karışıklığını göz önünde tutarsak, Hegel’in bu konuyu tam ve esaslı bir biçimde ele alışını incelemek son derece eğitici olacaktır.

Olanak ve gerçeklik, gerçek dünyanın diyalektik gelişimine ve nesnelerin ortaya çıkışı ve gelişimindeki çeşitli aşamalara delâlet eder. Potansiyel halinde varolan bir şey, kendi içerisinde nesnel bir gelişim eğilimini, ya da en azından varolmasını engelleyen koşulların yokluğunu barındırır. Ne var ki, soyut olanak ile gerçek potansiyel arasında bir fark vardır ve bu ikisi sık sık birbirine karıştırılır. Soyut ya da biçimsel olanak yalnızca, özel bir olguyu dışlayabilecek herhangi bir koşulun olmadığını anlatır, onun ortaya çıkışını kaçınılmaz kılan koşulların varlığını kabul etmez. Bu durum sonu gelmez kafa karışıklıklarına yol açar ve gerçekten de her türlü saçma ve keyfi düşünceyi mazur göstermeye hizmet eden bir tür tuzaktır. Örneğin, denir ki, eğer bir maymun bir daktilonun başında yeterince uzun bir zaman oturtulursa, sonunda Shakespeare’in sonelerinden birini üretir. Bu iddia çok mütevazı görünür. Neden yalnızca bir sone? Neden Shakespeare’in toplu eserleri değil? Gerçekten de, neden görelilik teorisi ve Beethoven’in senfonileri de dahil tüm dünya literatürünü buna eklemeyelim?

Bunun “istatistiksel olarak olanaklı” olduğu şeklindeki yalın iddia bizi bir adım bile ileri götürmez. Doğanın, toplumun ve insan düşüncesinin karmaşık süreçleri, ne basit istatistiksel değerlendirmelere müsaittir, ne de, maymunumuzun ürünlerini bize teslim etmesi için ne kadar beklememiz gerektiğini bir tarafa bırakalım, büyük edebiyat çalışmaları salt rastlantı eseri ortaya çıkarlar. Potansiyel olanın gerçek haline gelmesi için, koşulların özel bir biçimde ardı ardına sıralanışı gerekir. Dahası, bu basit, lineer bir süreç değil, küçük nicel değişimlerin birikerek en sonunda nitel bir sıçrama ürettiği diyalektik bir süreçtir. Soyut olanın tersine gerçek olanak, onun sayesinde, potansiyel olanın geçicilik karakterini yitireceği ve gerçek haline geleceği tüm gerekli faktörlerin varlığına işaret eder. Ve Hegel’in açıkladığı gibi, bu olanak, ancak bu koşullar varolduğu sürece gerçek olarak kalacaktır, daha uzun bir süre değil. İster bir bireyin yaşamına, ister bir sosyoekonomik formasyona, ister bir bilimsel teoriye, isterse de herhangi bir doğal olguya değinelim, bu doğrudur. Bir değişimin kaçınılmaz hale geldiği nokta, Hegel tarafından bulunan ve “düğümlü ölçü çizgisi” olarak bilinen yöntemle saptanabilir. Eğer herhangi bir süreci bir çizgi olarak ele alırsak, bu gelişim çizgisinde, sürecin ani bir hızlanmaya ya da nitel bir sıçramaya uğradığı özel noktalar (“düğüm noktaları”) olduğu görülecektir.

Neden ve sonucu yalıtık durumlar olarak tanımlamak kolaydır, bir kimsenin bir topa beyzbol sopasıyla vurmasındaki gibi. Ama daha geniş bir anlamda, nedensellik kavramı çok daha karmaşık bir hale gelir. Tekil nedenler ve sonuçlar, nedenin sonuca dönüştüğü –ve tersi– uçsuz bucaksız bir etkileşim okyanusunda kaybolurlar. En basit olayda bile onun “nihai nedenleri”ne doğru geri gitmeye çalışın, göreceksiniz ki ebediyet bile bunu yapmak için yeterli uzunlukta olmayacaktır. Her zaman yeni bazı nedenler olacaktır ve sırası geldiğinde onlar da açıklanmak zorunda kalınacaktır ve sonsuza değin bu böyle gidecektir. Bu paradoks, halkın diline şu tip deyişlerle yerleşmiştir:

Bir çivi olmadığından, bir nal kaybedildi;
Bir nal olmadığından, bir at kaybedildi;
Bir at olmadığından, bir süvari kaybedildi;
Bir süvari olmadığından, zafer kaybedildi;
Zafer olmadığından, krallık kaybedildi;

… Ve hepsi bir çivi olmadığından. “Nihai bir neden” oluşturmanın imkânsızlığı bazı kimselerin neden düşüncesini hepten terk etmelerine yol açmıştır. Her şey rastlantısal ve tesadüfi olarak ele alınır. 20. yüzyılda bu tutum, en azından teoride, birçok bilimci tarafından, kuantum fiziğinin sonuçlarının yanlış yorumlanışı ve özellikle Heisenberg’in felsefi tutumları temelinde benimsenmiştir. Hegel rastlantı ve zorunluluk arasındaki diyalektik ilişkiyi açıkladığında bu argümanları da önceden yanıtlamış oluyordu. Hegel, yalıtık bir neden ve sonuç olma anlamında nedensellik diye bir şeyin olmadığını açıklar.

Her sonuç bir karşı‑sonuç taşır ve her eylem de bir karşı-eyleme sahiptir. Yalıtık neden ve sonuç düşüncesi klasik Newton fiziğinden alınmış bir soyutlamadır, zamanında son derece büyük bir prestije sahip olsa bile bu soyutlama Hegel tarafından şiddetle eleştirilmişti. Burada da yine, Hegel kendi çağının ötesindeydi. Mekaniğin etki-tepkisi yerine, evrensel etkileşim kavramını, Karşılıklılık kavramını geliştirmişti. Her şey diğer her şeyi etkiler ve sırayla her şey tarafından etkilenir ve belirlenir.

Hegel böylelikle Newton ve Laplace’ın mekanik felsefesi tarafından bilimden sert bir şekilde aforoz edilmiş bulunan rastlantı kavramını yeniden içeri aldı. İlk bakışta, muazzam sayıda rastlantılar içinde kaybolmuşuz gibi görünür. Ama bu şaşkınlık yalnızca görünüştedir. Okyanusun üstündeki dalgalar gibi, varlığın içinde ve dışında sürekli olarak parıldayan rastlantısal olgular, rastlantısal değil zorunlu olan çok daha derin bir süreci açığa vururlar. Belli bir noktada, bu zorunluluk kendisini rastlantı olarak açığa vurur.

Zorunluluk ve rastlantının bu diyalektik birliği düşüncesi tuhaf görünebilir, ama bilim ve toplumun en çeşitli alanlarındaki bir dizi gözlemle çarpıcı biçimde kanıtlanmıştır. Evrim teorisindeki doğal seleksiyon mekanizması en iyi bilinen örnektir. Ve daha birçok başkası da vardır. Son birkaç yıldır, kaos ve karmaşıklık teorisi alanında birçok buluş yapılmıştır, bu buluşlar bilhassa “kaostan düzenin çıkmasını” ele alırlar. Yüz elli yıl önce Hegel’in üzerinde titizlikle çalıştığı konu da tastamam budur. Unutmamalıyız ki, Hegel geçen yüzyılın başlarında, yani bilimin bütünüyle klasik mekanik fiziğinin egemenliği altında olduğu bir zamanda ve Darwin’in tesadüfi mutasyonlar aracılığıyla gerçekleşen doğal seleksiyon düşüncesini geliştirmesinden yarım yüzyıl önce yazmıştır.

Zorunluluğun kendisini rastlantılarla dışa vurduğu şeklindeki teorisini destekleyecek hiçbir bilimsel kanıtı yoktu. Ama son zamanlarda bilimdeki yenilikçi düşünüşün ardındaki ana fikir tam da budur. Bu çok derin yasa, tarihin kavranışında da aynı ölçüde temel teşkil eder.

Bir yanıt yazın