Teleolojik Aklın Eleştirisi

On sekizinci yüzyıl İngiliz Teologu William Paley’in, dönemini çok etkilemiş ve günümüzde de sıklıkla başvurulan bir tezi mevcut: ” Doğada yürürken bir saat bulursanız bu saatin kendi kendine oluştuğunu düşünmezsiniz. Tasarımcısının olduğunu bilirsiniz. Çünkü işleyişinde bir düzen vardır. Doğal işleyişte de bir düzen olduğuna göre evrenin de bir tasarımcısı olması gerekir. ”

Tezin kendisi bu. Tartışmaya geçmeden önce biyoloji sahasından kısa bir not düşmek istiyorum. Herkese hararetle tavsiye edebileceğim “Kör Saatçi” adlı seçkin yapıtında Richard Dawkins; Doğadaki biyolojik işleyişin, bir sonraki adımını görmekten aciz bir yapbozcunun çalışma tarzından farksız olduğunun altını çizmektedir. Bu nedenle türlerin adaptasyonuna hizmet eden doğal seçilimin her zaman başarılı sonuçlar vermeyerek bedensel yapıları pek de akıllıca olmayan bir sürü ucube ya da “teknik donanımı yetersiz” canlının ortaya çıkamasına neden olduğunu ve bu tür canlıları hâlâ suda, karada ve havada hayatlarını sürdürdüklerini kanıtlarıyla açıklamaktadır. Stephen Jay Gould Üstad’ın, “Darwin ve Sonrası” adlı çalışması ile birlikte okunmasında fayda var. Gerçekten heyecan verici!

Ama benim itirazım felsefî açıdan olacak. Yine de biyolojik kanıtlar, aslolandır.

Tezime geçiyorum: Diyelim ki yolda bir saat bulduk. Ve saatin üzerinde yalnız markası değil onu üreten Saatçinin de adı bulunsun. Hatta saat, her şeyiyle bir saat ustasının el yapımı olsun ve dünyada bir eşine dahî rastlanmasın. Bu durumda saatin yaratıcısı ya da tasarımcısı için “Saatçidir!” diyebiliriz miyiz? Pratik ilişkiler bazında evet! Çünkü saat, ilk kez saatçinin tezgâhında ve sonrasında vitrininde alıcına sunulmuştur. Başka hiç kimsenin de bu saat modelinden ve özelliklerinden haberi yoktur. Peki günlük yaklaşımların dışına çıkarak teori alanında ya da felsefe kulvarlarında olayı düşündüğümüzde aynı sonuca ulaşmamız mümkün müdür? Yani saat gerçekten o saatçi tarafından mı tasarlanmıştır. Basit bir yanıtı var aslında: Tasarım gerçekte, geçmişten geleceğe uzanan kollektif ve birikimli emeğin ürünüdür.

Açıklayalım: Saatçinin saati tasarlayabilmesi için önce saatçiliği öğrenmesi gerekecektir. Dolayısıyla mutlak surette, “Bir Bilene”, “Öğreten Adama” yani bir ustaya ihtiyacı vardır. Çıraklık eğitimi almadan ustalaşan bir saatçi elbette düşünülemez! Çünkü saatçi, saat tasarımı ve üretimi ile ilgili teknik ve entellektüel donanımını ancak ustasından edinebilir! Peki saati yapabilmesi için yalnız ustasının bilgi ve tecrübesinin arka planına mı ihtiyacı vardır? Hayır! Saati oluşturan parçaların üretilmesinde kullanılan başka teknik ve bilgilere sahip ustaların geçmişten gelen birikimleri de yapım sürecinde devreye girecektir.

Birdenbire tasarlayanların ya da tasarıya katkı sunanların sayısında artış oldu değil mi? Peki kendi ustası ve diğer iş alanlarında yetişmiş ustalar tek başlarına mı öğrendiler saat ve saat parçaları yapımını? Yanıtımız yine hayır! Onların da ustaları vardı. Elbette “Birikimli Teknolojik Değişim Modeli” ile edinilen her yeni bilgi ve tecrübe, eskilerinin üzerine eklenmekte, eski bilgilerin içerdiği teknik hata ve yetersizlikler giderilerek, ustalık biriktirilerek geleceğe aktarılmaktadır. Tıpkı türlerin değişiminin, sevmediğim ifade ile Evrim’in, türlerin adaptasyonunu birdenbire değil, o anda çevresel koşullara gore gerekli adımları atmak suretiyle ve bir adım sonrası ne olacağını hakkında fikir yürütmeyerek gerçekleştirmesi gibi. Bu anlamda İnsanın bugünkü formunun idealleştirilmesi ve geçmişte yaşamış insan türlerinin her halükarda bu son ve ideal olduğu düşünülen forma yani Homo Sapien’e evrileceği şeklinde bir sonucun çıkarılması doğanın gerçeği ile taban tabana zıttır. Türlerde değişimin zorunlu olduğu anlarda ortaya çıkan genetik farklılaşma ve mutasyonlar elbette sonraki kuşakları da etkiliyor. Ama sözkonusu genetik değişim, ideal bir tip tarifi yaparak kuşaklar sonrası gerçekleşecek evrime bu amaç için müdahale etmiyor. Aslında edemiyor. Çünkü böyle tasarım yapan bir aklı yok evrimin. O an oluşan koşullara göre bir tip tarifi yapılıp tür hayatta kalamaya çalışıyor. Hepsi bu… Ve bunun içindir ki çevresel koşullara adaptasyonumuzda, görme organı olarak gözlerimiz biçimleniyor. Ama başka şartlar altında yine bir memeli olan yarasalar gibi kulaklarımızı “görme organı” olarak kullanabilirdik. Yine balinalar gibi karaya çıktıktan sonra yeniden denizlere hem de akciğerlerimizle dönebilirdik. Yine konuşamayabilir yalnıca haykırabilirdik. Ama şartlar bizi “şehirler kurmaya küçücük evlere tıkılmaya, işsizlik sıkıntısı içinde varlık içinde yokluk yaşamaya” itti. Ama İnsan olarak bu sosyal evrim çizgisine de müdahale etmenin mümkün olduğunu biliyoruz. Toparlarsak, bir organın varlığı ya da yokluğunun ya da değişik varyasyonlarının mevcudiyetinin hiç bir önemi yok gerçekte. Önemli olan türlerin doğaya uyumu ve hayatlarının sürdürebilme yetenek ve kapasiteleridir. Gerisi detaydır.

Biyoloji alanından tartışma konumuza geçiş yaparsak Harun Reşit döneminde Arap bir saat ustasının, bin yıl sonra tasarlanacak saatlerin biçimini değil kurgulaması hâyâl bile etmesi mümkün değildir. Ama bin yıl sonra üretilecek saatin tasarım ve tekniğinde mutlaka o arap ustanın emeği, etkisi yer alacaktır. Her usta duvara bir tuğla koyar ve duvar yükselir. Bu çerçevede filmin sonunu bildiğimiz için kahramanların da filmin başından itibaren sonu belli senaryoya uygun hareket ettiğini düşünüyor olabiliriz. Bu düşünce tarzı da insanî zaafiyetlerimizden kaynaklanır aslında ama gerçek kesinlikle böyle değildir. Yinelersek bir saat ustası iki kuşak sonrasının saat teknolojisini üretmekten aciz olabilir ama yaptığı küçük bir katkı ile yüzyıl sonrasının teknolojisi için zemin hazırlamış olur. O halde neden yüzyıl sonra yaşayacak saat ustası, “Bu saati, ben yarattım” bencilliğine ve haddini bilmezliğe kapılıyor. Herhalde kapılmıyordur. Ama Teolog Paley öyle düşünüyor. Mistik yapısı aslında algı ve akıl kırılmasına yol açıyor. Ama yine de zekice olduğunu kabul edelim. Güzellik de burada zaten.

Devam ediyorum: Peki bu saatçinin hiç mi katkısı yok. Elbette var. O da bir canlı ve yaşadığı ana ve uzayına tüm diğer canlı ve cansızlar gibi müdahale ediyor. Kendisi de katkısını sunuyor. Ama bu katkı kesinlikle tanrısal anlamda mutlak ve tekil bütünlüğü olan bir yaratma tanımı içinde anlaşılabilecek bir katkı değil. Neden Yirminci Yüzyıldaki saat modelleri ve teknolojisi Onsekizinci yüzyıl İsviçre’sindeki saat ustaları tarafından üretilemiyor. Çünkü tarih ve insanlık, “Birikimli model” üzerine kendisini inşa ediyor. Kısaca ihtiyaca bağlı olarak her şey birikiyor. Farklılaşıyor. Ama bu plan dahilinde işlemiyor. Saat bugün bildiğimiz gibi tasarlandıysa bunun nedeni, koşulların zorlamasının ihtiyacın karşılanma kapasitesi ile birleşmesiyle ortaya çıkan sentezin bu tasarımı dayatması nedeniyledir. Yani başka şekillerde saatlerin çıkması hatta saatin hiç üretilmemesi de mümkün olabilirdi. Gerçek şu ki her türlü olasılık olasıdır.

Ama burada özellikle vurgulanan; Saatçinin tekil bir tasarımcı olduğu fikrinin tamamen bir yanılsama olduğudur. Bunun tarafların kötü niyetiyle bir ilgisi de yoktur. İnsan beyni buna benzer algı kırılmalarını bir gerçeklikmiş gibi görüp gösterebilmektedir. Bu kronik yanılsamanın genotipimizde kodlu olduğunu düşünüyorum. İnsan evriminin gerçekleşme hızı, beyin ve sinir sistemi yapımızdaki, çevre-organizma uyumunu düzenleyen merkezlerin gerekli adaptasyonu gerçekleştirmeden evrilmesine neden olmuş olabilir ve bu nedenle insan, kendini doğadan kopmuş, hayvanlardan farklı ve doğanın içinden çıkan bir varlık gibi değil de dışarıdan doğaya indirilen bir seçilmişler topluluğu olarak görmektedir. Ama bu algı’nın gerçeklikle eşleşmesini sağlayacak gözlem yeteneğimizin yine genotipimizde yazılı olduğunu bu nedenle algı kırılmalarına müdahale edilebileceğini ve mistik inanışların zamanla ortadan kalkmasının mümkün olduğunu öngörüyorum. Bu son iki cümledeki saptamaları kanıtlayacak durumda değilim. O yüzden fikir jimnastiği olarak düşünebilirsiniz.

Yinelersem, eğer saati kim tasarladı diye sorulacak olursa. saatin son vidasını sıkan saatçiden başlamak üzere geriye doğru gitmek ve tüm saatçileri işin içine katmak gerekecektir. Elbette saati son üreten kişi satacaktır. Ama biz burada gerçeğin peşinde koşuyoruz paranın değil. Gerçek de “gerçekten kollektif bir şey”. İnsanları atomize edip toplumsallığından çıkardığınızda, insanlar, en yaratıcı insanın -çünkü çağımızın en zengini-,Bill Gates olduğunu düşünmeye başlıyorlar. Hâlbuki bu adamın yanında onbinlerce kişi çalışıp tasarlıyor ama onların esamesi okunmuyor.

Devam ediyorum: Saati tasarlayan yalnızca saatçiler mi?. Hayır, hiç tahta zemberekli saat gördünüz mü? O halde metalurji yani maden işlemeciliğini ve bu alanda katkı sunmuş usta, çırak ve mühendisleri de devreye sokmamız gerekmez mi? Ayrıca cam ustalarını, ayrıca saatin yağlanmasına yarayacak malzeme üretenleri vesaire vesaire…

Tasarımcı ve yapıcı sayısındaki muazzam artışa dikkat çekiyorum. Kısaca tek tanrılı anlayıştan çok tanrılı aslında tanrısız anlayışa dönmüş oluyoruz. Çünkü herkes tanrı olursa tanrı kavramı, ontolojik yapısı gereği anlamsızlaşacaktır.

Ve son olarak, saat kavramını saatçi tasarlamışsa bile bu kavramı ortaya koyan nedir? Elbette toplumsal ihtiyaçlardır. Peki bu ihtiyacı duyan kimdir? Toplum ve toplumu oluşturan bireylerdir. Bir tasarımcı yoktan ve hiç bir ihtiyaca yanıt vermeden üretiyorsa tanrısal niteliklere haizdir. Ancak herkesin karşılanmasını istediği bir ihtiyaç ile ilgili çözüm üreten bir tasarımcı gerçekte bu tasarımın kabaca nasıl olması gerektiğine ilişkin ön bilgiyi, çünkü hangi ihtiyacın karşılanması gerektiği konusunda fikir üreten bir yapı mevcut, toplumun kendisinden almaktadır. Son analizde tasarımın gerçek mucidi bizzat toplumun kendisidir.

Bir anda ortaya neredeyse sayısız Tanrı çıktı ve nihayetinde ihtiyaç olgusunun kendisi de Platondan günümüze uzanan “Kavramların insandan bağımsız olarak evrenin bir yerinden dünyaya inmesine ilişkin ide yaklaşımını” fazlasıyla tartışmalı hale getirdi. Bilmemiz gereken ihtiyaçlarımızın mutlak olmadığıdır. Saati tasarlamanın mutlaka bir zorunluluk olmadığını, insanların, kapitalizm gibi sürekli üretip tüketmek üzerine ömürlerini mahvettikleri bir sistemde değil de farklı kaygıların egemen olduğu bir tarzı hayatta yaşadıkları takdirde zaman kavramına başka bir açıdan bakacaklarını ve belki yalnız güneşin ve ayın hareketlerinin, zamanı ölçmekte onlar için yeterli olacağını anlayabileceğimizi umuyorum. Böyle bir toplumsal kurguda, insanlar, hayatlarını bir yarış atı gibi oradan oraya koşturarak tüketmeyecekleri için herkesin elinde bir kol saati yer almayacak, böylece İsviçrelilerin cepleri dolmayacaktı. Buna karşılık, yeme, içme, barınma gibi gereksinmelerin izafî olmadığı, aksine ihtiyaçların mutlaklığı ileri sürülebilir. Yanıtı Dawkins’in tanımlamasıyla verecek olursak; eğer doğa, yani “Kör Saatçi”, başka koşulları dayatmış olsa idi, insanlar, başka kanallarla enerji transferi yapabilir ve şu anda yeme kültürümüzü oluşturan alışkanlıklarımızın tekini bile yaşamamış olabilirdik. İnsan bir canlı olarak enerji transferi yapmak zorundadır. Ama bunun yöntem ve içeriği konusunda mükemmeliyetçi bir mutlaklık mevcut değildir. İhtiyacın o anki giderilme pozisyonunun yetkinliği önemlidir. Hayat, geleceğe ilişkin projeksiyon yapmamaktadır. Durum bu açıdan kesinlikle tanrısal mükemmellik içermemektedir. Sözün özü eğer yolda bir saat buluyor ve tanrıya inanıyor iseniz lütfen huzurunuz için saati olduğu yere bırakın ve yürümeye devam edin. Mutlak gerçeklik olarak kabullendiğimiz önermelerin aklımızın muzip bir oyunu, bir algı yanılması olabileceğini her zaman bir yerlere not edin. Biliyorum ki hayat üzerinde kafa yormaya değmeyecek kadar kısa. Ama yine de yoruyoruz işte. Merak etmek, düşünmek, öğrenmek ve anlamak ne güzel şey!

6 yorum “Teleolojik Aklın Eleştirisi”

  1. Buradaki yanılgı Saatçi metaforunun derinlemesine inilmesidir. Yaratış şeklinin benzersiz olduğu bir yaratıcı için bizim algı dünyamızda karşılığı birebir olmasa bile “Saat Tasarımcı”sı olarak ifade edilmesi, ancak metodolojik bir yaklaşım yapabilmek içindir.

    Yoksa benzeri ve belli bir birikimi olmadan yapabilmek biz insanlar için muhaldir. Yaratıcı ise ancak bu sıfata haiz olduğu zaman yaratıcı olma vasfını kazanır.
    Burada karıştırılan iki kavram “Yaratma ve Yapma” kavramlarıdır. Yaratma kavramı iyi veya kötü niyetle bir şekilde yapma kavramı ile karıştırılmaktadır.
    Halbuki yapma ‘nın aksine yaratma bir ham madde veya ön bilgiye ihtiyaç duyulmadan var etmeye denmektedir Teolojik anlamda.
    Dolayısı ile bu yazıda savunulan fikir teolojik anlamda bir dayanaktan yoksundur.

    Bu kavramları tartışmadan önce iki kavramın kesin ayrımını yapabilmek, yaratma kavramı ile yapma kavramını tam ve kesin olarak birbirinden ayırabilmek gerekir.
    Bilimsel anlamda bu olgunun anlaşılabilmesi çok zordur. Ve insanlar bilimsel ilkeleri bilimsel alt yapıları olmasa bile deneyimlerinden dolayı kullanırlar.

    İşte Saat tasarımcısı metaforu, yaratıcının normalde algılanması imkansız olan bir yönüne benzetme yoluyla algıları yaklaştırmak maksadıyla kullanılmıştır.
    O yönü ise bilme yönüdür, tasarlama değildir. Kaldı ki tasarımda bir yaratıcıda olmaması gereken bir özelliktir. Çünkü tasarım eksik veya geliştirilmeye ihtiyaç duyulanı ima eder, bu ise bilmede eksiklik anlamına gelir.
    Ancak yaratıcı için herhangi türden bir eksiklik yaratma sıfatının olmamasına delildir.
    Daha önce söylediğim ön bilgi ve ham madde ihtiyacı olmadan yaratabilme niteliğinden dolayı…

    Dolayısı ile Yaratıcının Yaratma sıfatını nitelerken, izlememiz gereken metot Onda herhangi bir eksiklik meydana getirebilecek bir niteliğin olmayacağı durumu nitelik olarak belirlememizdir.

    Çünkü eksik bir niteliğin olması demek, söz konusu kavramın yaratmadan, yapma’ya evrilmesi demektir.

  2. Burada tartışılan yaratma değil tasarım. Tasarım yapılır ve bu tasarıma uygun bir nesne, obje yaratılır. Doğada tasarım görenlere dönük bir eleştiri var yazıda.

    1. Kabul ediyorum. Burada tartışılan tasarımdır, ancak tasarımdan kastedilen sonuçta yaratımdır, ve bu yaratım bir çaba gerektirir. Doğa için bir akıllı sistemin tasarım çabası doğa için içkin bir akla veya tasarım sürecine işaret etmektedir.
      Halbuki doğada bir tasarım söz konusu değildir. Hiçlik kendisinden bir şey üretemez, ilk oluşan varlık içerisinde kendisini tasarlayabilecek bir akıl yoksa, sonraki süreçlerde de bu aklın olması mümkün değildir.
      Parça, içesinde bulunduğu bütünü kapsamaz. Dolayısı ile bir tasarım söz konusu ise, bu sistemin dışında olmak durumundadır.
      Aynı şekilde tasarım yok ve doğa kendi yasalarıyla bu büyük sistemi oluşturdu dersek, o zaman yine parça, içinde bulunduğu bütünü kapsamaz ilkesi gereğince doğa kendini oluşturabilen bir yasalar sistemine sahip olamaz dememiz gerekir.
      Farklı olarak Nicelik ve Nitelik etkisi ile Faz geçişi sağlayarak Doğa kendisini bir akıllı sistem şeklinde tasarladı diyebilmemiz için bu faz geçişinde parçalarda olmayan bir yapının nihai üründe ortaya çıktığını kabul edersek, Faz geçişinde hiç var olmayan bir olgunun tamamen Hiçlikten çıktığını da kabul etmemiz gerekir.

      Faz geçişi etkisi gibi bir etkinin mesela !!

  3. Bütünün parçalarının toplamından fazla olduğunu belirten terimdir.

    Ancak bu yeterli bir açıklama sayılmaz. Emergence property den de bahsedilmesi gerekir ve bu oldukça karmaşık bir konu olduğundan ayrıntılarla açıklanacaktır.

    Evet bu tematik yazımız aynı zamanda indirgenemez kompleks ve Akıllı Tasarım gibi saçma mistisizmlerin köküne kibrit suyu döken “emergence” olgusunu açıklamak için kaleme alınmıştır.

    Her türlü ortak işleyiş ilkesi birimlerini meydana getiren parçaların işlevsel birliğinden oluşur. Ancak ortak işleyen bir sistemin davranışı birimlerinin neden olduğundan farklı bir davranış biçimine de neden olur. Bu olgu çok önemlidir ve en basit birimlerden karmaşıklığa giden süreçlerin tanımlanması gerekmektedir. Bilimin araştırma konusu da budur.

    Ancak en büyük sorunlardan biri, tümevarımsal olarak basit ilişkilerin sonuçlarını aşama aşama teorize eden ve ucunu açık bırakan modern bilimin tersine, binlerce yıllık şartlanmışlığın neden olduğu tümdengelimsel yani herşeyi tek bir sisteme veya onun sonuçlarına bağlamaya çalışan mistik bakış açısının bilimde dahi daha yaygın kullanımıdır. Tümelin ne olduğu bilinmez ve daima yeni veriler ve keşifler onu değiştirir, geliştirir,sınırlarını değiştirir. Ancak yine de mistik çevreler bu sınırları; aslında hiç bir zaman çizilemeyen muğlak tümeli referans almakta inatlarını sürdürmekte ve bilimdışı yaratıcılık savına, eksik bilgiye sahip beyinleri çekebilmektedirler.

    Buradaki sorun,basit parçaların işlevinden otaya çıkmış sistemin, bilimsel yasalara değişmeyen bir referans alınması sorunudur. Örneğin güneş sisteminde güneş referans alınıp, dünyanın hareketlerini irdelemeye kalkışırsanız, güneşin Dünyanın yaratıcısı yani tek nedeni olduğunu zannetme yanılgısına düşersiniz. Zaten uzun zaman boyunca buna inanılmıştı.

    Oysa güneşin ve de güneş sisteminin nedeni, o sistemi oluşturan tüm gezegenlerin ve yıldızların,daha da ötesinde o gezegen ve yıldızlara neden olan atomların, ısının, basıncın, kütle çekiminin, rastgele çarpışmaların, yoğunlaşan maddenin; uzay zamanda eğilmiş bölgeler oluşturmasının ve totalde bu eğri uzay-zaman alanı bölgesinin kendi dışındaki uzay-zamandan farklı hareket etmesinin sonucudur. Daha da ötesinde galaksi bir nedendir ve bu böyle sürer gider.

    Başşka bir örneği ele alalım.Tam tersine aslında bireyler bir arada iken kentleri oluşturmuşlardır, çünkü tamamı orada yaşarlar. Bir kişi kentin geleceğini doğrudan doğruya belirleyemez. Farz edelim ki biri, dünyanın en zeki insanıdır ve dünyada değişime neden olabilecek bir yeni fizik yasası keşfetmek üzeredir. Farketmez bir özelliği yoktur. Arkadaşlarından birçoğu da diyelim ki dünyanın en salak insanlarıdır ve tamamı türlü garip işlerde hiç düşünmeden kendilerine verilen işleri düşünüp sorgulamadan yerine getirmektedir.

    Bu arada herbir kişinin başka arkadaşları, ilişkileri, onların içinde başka ilişkiler mevcuttur. Bir şekilde her bireysel harekete neden olan organik ihtiyaç ve buna bağlı davranışlar bir diğerini dolaylı yoldan etkilemektedir.

    Dolayısıyla aslında kent diye birşeyin kavramsal olarak anlamını içinde yaşayanların ilişkilerinin toplamı oluşturmakta, ortada kent diye bağımsız bir varlık ise bulunmamaktadır. En salak denilenin de en zeki denileninde bir alanı ve işlevi mevcuttur ve bunlar bir araya gelince anlam kazanmakta, yollar, ulaşım, ticaret, üretim, tüketim ve yönetim olarak kent dokularına dönüşmektedir. Bu insanlardan çoğu ölse bile sistem devam eder. Can damarını oluşturan yerlerde çalışanlar ölse de yerleri diğerlerince doldurulur. Ancak kentin nüfusu birkaç yüz kişiye düşecek olursa kent olmaktan çıkar ve insanlar dağılırlar. Kent yok olur veya ölür. Çünkü onu oluşturanlar artık o dokuyu devam ettirebilecek kadar karmaşık işlevleri yürütememektedir. Dağılmışlardır. Kent ölmüştür.

    Kente insanların ilişkilerinden ortaya çıkmış doku dersek, aslında devlet de gerçek değildir. Kente organ, devlete birey diyelim. Devletin kararları vardır ve bir özne gibi düşünülür. Çünkü kişiler onu doğrudan etkileyemezler. Oysa bu kişiler tarafından oluşturulmuşlardır. Yani devlet tamamen kişilerin ilişkilerinin sonucudur. içinde insan yoksa ortada devlet de yoktur. Aynı şekilde birçok insan beraber oluşturdukları bir topluluk oluşturdukları için buna farklı bir isim vermek şarttır. İster devletin olmadığı global bir gezegen uygarlığı olsun sınırlar ortadan kalksın bu sefer de Dünya düşüncesi ortaya çıkacaktır. Çünkü bu insanlar birbiriyle sürekli ilişkidedirler ve dolayısıyla o ilişkilerinin total bir sonucu da, total eylemi de olmak zorundadır.

    Demek ki insanlar, hücreler, yapıtaşları bir araya gelip, birbiriyle ilişki içine girince kendiliğinden bu ortak işleyiş ve ilişkilerden ötürü başka bir görünüm ortaya çıkmaktadır. Gerçekte bir insanlık yoktur, Gerçekte devlet de yoktur. Yani devletler insanların nedeni değildir, tam tersi geçerlidir. Akıllı Tasarımın çöküşü.

    Şimdi sosyolojik olgudan ayrılıp, fiziksel evrene geçiş yaparak en eski dostlarımız Oksijen ve Hidrojen ile tanışalım.

    Oksijen, yaklaşık -222 santigrat derecenin altında katı onun üstüne çıkınca eriyen, -182 derecede kaynayarak gaza dönüşen bir maddedir. Hidrojen ise -259 derecede eriyip, 7 derece daha ısıtılırsa -252 derecede kaynar ve gaz olur. Bu iki madde bir miktar enerji açığa çıkararak birleşir ve buna yanma deriz, yanan hidrojen yakan oksijendir.

    Ama bu olayın sonunda aslında olan, bu iki elementin birleşmesidir ve onun sonucunda ortaya çıkan molekül yapıya da su deriz. Su ise 0 derecede eriyip 100 derecede kaynayan, ne yakan ne de yanan bambaşka bir maddedir. Suyun fiziksel özellikleri oksijen ve hidrojenin emergent property sidir. Çünkü su bu iki elementten oluşur fakat suyun özellikleri kendisini oluşturan elementlerin özelliğine dışardan bakılınca hiç benzemez. Tıpkı devletlerin ve kentlerin onu oluşturan insanların emergent property si olması gibi. Onların ilişkisi sonucunda oluşmuş olsalarda birlikteyken farklıdırlar.

    Gelelim başka iki dost elemente. Na (Sodyum), Cl (Klor).

    Kaynama erimeyi boşverelim bu sefer. Sodyum şiddetle suya tepki veren, su çekerek Sodyum hidroksit’ e dönüşen yumuşak bir metal olduğu için çıplak elle tutulması tavsiye edilmez yanmaktan beter olabilirsiniz. Aynı şekilde klor da oldukça zehirli bir başka maddedir. Bu tepkimeye eğilimli alkali metal (Na) ve halojen ametal (Klor) maddeler bir araya gelince genellikle tuz denilen yapılar oluşur. Bu birleşme direkt olmaz tabi. Na sudan oksijeni ve hidrojeni çekip baz oluşturur NaOH olur, Cl ise Hidrojen ile bağ yapabilirse HCl yani tuz ruhunda kullanılan hidroklorik asit (çok eskiden Arabın biri nitrik asit (HNO3) ile mutfak tuzunu karıştırınca bulmuştur bu asidi) tepkimeye sokulursa elektron fazlası giderilir ve nötrleşme tepkimesi oluşur. böylece NaCl denilen mutfak tuzu ortaya çıkar.

    Görüldüğü gibi hiçbiri diğerine benzemez bunların. Her yeni ilişki başka birşey olmaktadır. Üstelik kendilerini oluşturan elementlerle bir alakaları kalmamıştır. Fakat tuz, ne sodyumdur ne klor. Oysa aslında, sodyum ve klordur. Demek ki bu normal birşeymiş bunu anladık.

    Yani bütün parçaların toplamından farklı bir şeydir. Bütünün parçalarında görülmeyen bu yeni özellikler yani dışardan tamamı gözlenemeyen belirsiz durumdaki vektörel toplamları onun emergence propertyleridirler.

    Ayrı ayrı birimler yeni sistemler yaratmaktadır. Ancak bu ortaklaşa birimler bir arada yine yeni sistemlere yani ortak dış görünüşe dönüşürler. Tuz kristalleri tuz moleküllerinden oluşur. Tuz molekülünün, donmuş su moleküllerinin belli sayı altında bir biçimi yoktur. Ama çok sayıda olursa buz kristalleri ortaya çıkar. Kristal özelliği tuzun emergent propertysidir ve tuz molekülünden kaynaklansa da onlardan farklı yeni bir özelliktir.

    Su molekülleri 0 santigrat ile 100 santigrat ortam ısısı altındayken ve de dünya gibi 1 atmosfer basınç altındayken esnektir ve sıralı durmazlar o yüzden sıvı denir. Ancak sıvı olduğunu su molekülüne bakarak anlamak oldukça zordur. Çünkü birbirleriyle olan ilişkinin biçimi sıvı karakterinin nedenidir, su molekülünün kendi özelliği değildir.

    Denizlerde türlü akıntılar, girdaplar, dalgalar vardır. Bunun olabilmesi için çok fazla su molekülü gerekir. Göllerde de küçük dalgalar vardır ve küçük akıntılar ancak bunun rüzgardan ve suyun debisini yaratan yüzeydeki eğim farkından oluştuğunu görebiliriz. Göl büyüdükçe ve derinleştikçe denize benzemeye başlar. Denizdeki akıntılar ve dalgalar, rüzgar ve topografya dışında bu aşırı etkileşimin giderek daha fazla sayıdaki birçok tektonik etki de dahil zincirleme şekilde artışının ve karmaşıklaşmasının sonucudur. Sıvı; su moleküllerinin hareketinden doğrudan çıkarılamaz. çünkü en küçük değişiklik en büyük etkileri ve değişimleri tetiklemektedir karmaşıklık arttıkça. (Kelebek Etkisi)

    Yani tek bir su molekülü veya 3 ü, 5 i hep aynıdır. ancak deniz gibi bir alanda ortaya çıkan şey denizi meydana getiren kaostur. Ancak bu kaos dağılmaz çünkü bir fiziksel sınırı vardır. Dolayısıyla tüm faktörlerle birlikte akıntılardan ve büyük dalgalardan bahsetmeye, onların davranışını analiz etmeye başlarız. Bunlar artık su moleküllerinin özerk hareketlerini aşan emergence propertylerdir.

    Dağlarda, topografik şekillerde bu şekilde oluşmaktadır. ilk kara parçaları kendi sıkışma ve türlü hareketlerle ilk kıta çekirdeklerine, onların birbirine etkisi de yeni topografik şekilleri oluşturmaktadır. Aslında karalar için buradaki kelebek etkisinin en yüzeysel nedeni bir kum tanesi ile diğeri arasındaki veya bir kaya atomunun öbürü ile ilişkisidir. Hepsi bir arada iken karşımıza onlarınkinden farklı yeni biçim ve hareketler ortaya çıkar ve özel olarak bu durumu iki atomun, iki kum tanesinin ilişkisi ile açıklayamayız.

    Buraya kadarki sonuçlara bir bakalım:

    1. Parçalar bütünü tanımlamak zorunda değildir, hiç bir bilimde böyle birşey ortaya atılamaz, çünkü ilişkilerin kendisi yeni bir sonuç yaratır. (H2 ve O2 gazı su değildir, su damlalarının veya moleküllerinin hareketinde dalgalar ve akıntılar aranamaz. )

    2. Ancak bütünün davranışına neden olan durum için, parçalardan hariç bir başka dış nitelik olması da gerekli değildir. (Su akılla tasarlandığından değil, oksijen ve hidrojenin birleşmesinden ötürü sudur. Mutfak tuzu da sodyum ve klorun bir aradaki halidir. Denizin hareketleri aslında su kütlesinden ibaret olan moleküllerin hareketinin sonucudur fakat bu hepsinin ilişkilerinin de toplamının sonucu olduğundan tek tek moleküler hareketlerle açıklanamaz.)

    3. İndirgenemez Kompleks ve akıllı tasarım bu nedenlerle hatalı birer düşünce tarzıdır.

    Evet üçüncü sonuç için biraz erken ama buraya kadar yazıyı okuyanlar nereye varacağını yavaş yavaş anlamaya başlamıştır.

    O yüzden eski yeteneksiz ve ünsüz bilim adamı, yeni ünlü rahip Michael Behe’ nin varsayımını hatırlatmakta fayda var:

    1) akıllı tasarım mistik bir şey degildir, fiziksel verilerden yola çıkar (yanlış)
    2) aklı başında herkes canlıların sanki tasarlanmış gibi gözüktüklerinde hemfikirdirler (öznel fikir)
    3) darwin’ in teorisinin çalışmasının önünde yapısal engeller vardır. (ingirgenemez karmaşıklık meselesinden bahsediyor) (yanlış)
    4) bu yapısal engellere ragmen (ya da onlar yüzünden) darwinist evrim hayal gücüne dayalı büyük çıkarımlar yapar. (kanıtsız öznel çıkarım)
    5) bu yüzden akıllı tasarım için olan kanıt, darwinist evrime göre daha fazladır. (boş iddia, fiyasko)

    Parantez içinde yazılan fikirler benimdir, kanıtları gösterilecektir o yüzden diyor ve emergence olgusuna doğru ilerliyoruz basit fiziksel süreçleri anlattıktan sonra.

    Emergent property basitçe şöyle tanımlanır: Karmaşık bir sistemi bileşenlerine ayırdığınızda bileşenlerin o karmaşık sistemin özelliklerini taşımadığı görülür. Bu eksilmiş nitelikler sistemin emergent propertyleridir. Çoğul bir şey onu oluşturan tekil unsurları ile genellenemez. Mekanizma hatalıdır ve salt mekanik sistemlere özgüdür. Üstelik temelde mekanik olan bir trenin parçaları bile trenin hareketini tanımlamaz. İlişkiler gereklidir ve bu ilişkiler fiziksel evrende tanımlanıp belli bir amaç doğrultusunda bir araya getirilmeden önce anlamları yoktur. Trenin amacı parçalarından ötedir, ancak parçalardan bağımsız değildir. Ve yine ancak, bu parçaların ilişkileri de düşünülmek zorundadır, bu ilişkiler bütün her şeyi açıklamaya yeterlidir. Başka bir şey gerekmez çünkü bunlar onların sebebi değil sonucudur.

    Tasarım varsayımcıları ters düşünmek suretiyle bu kısımda yani statik mekanizmde takılıp kalmış, geri kafalı ve teknolojiden anlamayan insanlardır. Örneğin bu kişilere göre bir bilgisayar baştan sona akıl tarafından tasarlanmış olduğu için akıllıdır. Oysa böyle birşey yoktur. Bilgisayarlar basit bir yazılım olan yazı yazan bir programdan türetilmiş olup en ilkeli abaküs, bir sonrası mekanik hesap makinesi ve sonrasında üst üste eklenerek oluşmuş bir elektronik teknolojidir. Bu yapıtaşlarının tamamı hiç kimse tarafından tek tek bilgisayar adı altında tasarlanmamış, kimse hiç yoktan ortaya sıfırdan bilgisayar icat ettim diye çıkmamıştır.

    Aynı şekilde, basit bir program belli komutlardan oluşur. Kendi yaptığınız basit bir program her yeni işlemde değişir. Öyleki programı siz yazmış olsanız bile, bir süre sonra içini açtığınızda gördüğünüz şey sizin yazdığınız şey değildir, işin içinden çıkamazsınız. Ondaki değişim geçirmiş yeni program çekirdeğini hiç tasarlamadınız. Ancak en baştaki basit ilişki diğer sistemlerle etkileşince tamamı değişti. Değişmeseydi yani yapısı değişmez olsaydı zaten çalışmazdı en baştan. Tüm sistemler stabil değil dinamiktirler. Her şey akar, birleşir, birlikte başka bir şey haline dönüşür.

    Daha biyolojik ve doğal bir örnek bulalım ki mekanik mantığın reelde gerçekliğinin olmadığı anlaşılabilsin. Tasarımcılar diyor ki: “Sistemi oluşturan parçalardan biri bile eksilse o sistem oluşamaz, yürümez bunu evrim teorisiyle açıklayamazsınız.” Bu mekanik mantığın insan tasarımından türediğini ve yine ters düşünüp bakteri kamçısını motora benzetmenin akıl dışı olduğu kısmını geçiyoruz ve bu varsayıma cevap veriyoruz.

    Tam tersine. Birincisi böyle birebir mekanik vida eksildi sistem çöktü durumu organizmalarda ve doğada, doğa açık sistem olduğu için hiç yok. ikincisi evrim teorisinin gerçek olma nedeni, tam da bu sebepten. Diğerine mekanik tasarım diyoruz o yüzden. vidası düşen yapay zeka çalışmazken, hatta mekanik gelişmiş zeka imkansızken (pascal ın icat ettiği mekanik hesap makinesi 4 işlem yapıyordu ve bir oda boyutundaydı. Mekanik, elektroniğin çok gerisinde statik bir sistemdir) canlılar ve evrende ise sistem kendiliğinden rastlantılarla sürebiliyor ve ölümcül organlarda yani ilişkileri tamamen sona erdiren bir travma olmadıkça canlılar ölmüyor.

    Karınca Kolonisi:

    Karıncalar, bizim nöronlarımızdan biraz zeki, fakat algı açısından son derece basit ve aptal varlıklardır. Yani çok az nörona sahiptirler. Tek bildikleri belli kokulara tepki vermektir. Türlü organları ile bu kokulara ve kimyasallara (feromonlar) tepki vererek yaşarlar.

    iki karıncayı alıp bir yere koyarsanız ne yaptıkları belli değildir. Öyle salak salak dolaşır, türlü şeyler kemirir, yerler boşaltırlar falan.

    Sonra her dakika bu karıncalara kendileri kadar daha katmaya karar verelim.

    2. dakikada 4 tane oldular hala salaklar.
    3. dakikada 8,
    4. dakikada 16….
    10. dakikada 1024,

    13. dakikada ortamda 8192 karıncamız oldu.
    Bu heralde yeter. Olsun bir o kadar daha bulup katalım 14. dakikada 16384 karınca bıraktık uygun ortama (Bazı yiyebilecekleri şeyler olmalı tabi) ve gittik.

    Bir süre sonra geri dönüp bakıyoruz bir de ne görelim! Aman tanrım? Hayır hiç ilgisi yok tanrıyla. Ama bunlar meğer ne zekiymiş de haberimiz yokmuş, tasarımcı beyinlerine neler koymuş böyle? Hayır onla da ilgisi yok birazdan olmadığını kanıtlayacağız.

    Bir kocaman yuva var. Yuvanın içine kamera sokuyoruz. Her şey mükemmel tasarlanmış. Bir çok işçi durmadan bir yerlere gidiyor, birçoğu içerde başka işlemler yapıyor, kimi yavruluyor, kimi döllüyor. Muazzam bir kent kurmuş bu salak dediğimiz canlılar. Üstelik bizim kentlerdeki birçok sorun bunlarda yok çünkü hepsinin karnı doymakta. Ölülerini koydukları yer yiyeceklerden en uzakta falan. Hatta bir yeri bozuyoruz birkaçı ölüyor sonra gelip düzeltiyorlar. Ortamı yaşanmaz hale getirirsek gidip başka yerde yeni mükemmel koloni yuvası yapıyorlar.

    Ee? Hani biz zekiydik nöronumuz fazlaydı, bunlar aptaldı?

    Alıyoruz bir işçiyi bakıyoruz nolmuş bunlara bir şifre mi harekete geçmiş, yoksa plan mı yapıyorlar artık? Hayır hiç ilgisi yok, hala bildiğin kokulara ve kimyasallara tepki gösteren aptal karınca. Hiç bir değişiklik yok. (insan kentlerini anımsayın)

    Acaba olay şu kraliçede mi? Bulup bütün kraliçeleri öldürüyoruz. öldürmeden önce incelediğimizde, onunda diğerleri gibi aptal olduğunu farkediyoruz.

    Fakat bir süre sonra yeni kraliçeler doğuyor o odada.

    Sinir yaptık diyelim ve başlıyoruz o bölgede katliama. “Kim planladı lan bu mükemmel sistemi” diye bağırarak.

    Öldürdük öldürdük, inceledik bulamadık. Bu arada karınca sayısı 10 binlere düşmüş katliamdan ötürü. Neyse diyoruz yarın devam edelim.

    Ertesi gün geldiğimizde hala sistem aynen sürüyor. Hatta daha az çalışmaya başlamış, daha büyümüşler çünkü stok fazlaları oluşmuş sayı azalınca. Ulen diyoruz ürünlerini de yok ediyoruz. Bu arada o sinirle elimiz değmişken 2000 tanesini daha telef ediyoruz. Hala tasarımcı kim bulamadık. (Dincilerin katliam nedenini anlamışınızdır artık, çünkü bulamıyorlar tasarımcıyı gerçekte onlarda)

    Sonra böyle böyle biz öldürdükçe bunların sistemde bazı problemler çıkmaya başladığını da farkediyoruz. Bazı kavgalar, göçler başlıyor. İlk baştan beri bir yavaşlama vardı öldürdükçe ama dikkate almadık; çünkü hala zeki zeki takılıyorlardı inatla. Sayıyı biraz daha düşürdüğümüzde bir de ne görelim? Aniden bir dağılma başladı. Artık yuvada barınamaz olmuşlar. Önceden son derece düzgün işleyen sistemde bozulma başladı. Bir süre sonra hepsinin bildiğimiz aptal karıncalar gibi salak salak dolaştığını farkettik. Belli sayının altındayken Koloni olamıyorlar, zeka yok oluverdi.

    Bunun bir kritik noktası var öyleyse.

    Evet ve her tür için farklı. Çok basit organizmalar çok sayıda olduklarında karmaşık bir sisteme dönüşüyorlar ve biz bunun düzenli tasarım olduğunu sanıyoruz. Oysa tam tersiymiş. Yani basit birimlerin kendisi o tasarımın sebebiymiş üstelikte bu karmakarışık basit ilişkiler toplamı, o basit ilişkilerce açıklanamadığı için akıllı tasarım diye uydurulmuş. Halbuki tam tersi. Karıncaların aklı karınca sayısının toplam aklı kadardır akıllı olan öyle sandığımız durum bundan ibaret. Düzenli de değil, tersine karmakarışıktır ancak işler. Biz ise bu karmaşık sistemi tasarlayamadığımız halde salağın biri çıkıp bu anlamadığı formüle edemediği karmaşaya mükemmel tasarım adını koyup karıncanın beynine veya doğaya konulmuş gizli programdan bahseder. İşin komiği, program olgusu bilgisayar teknolojisinde bahsettiğimiz şekilde ortaya çıkmıştır ve tabi kamçılının organik motoru ile sanayi motoru arasında ilişki kurmaya ve bunu sanayi motoru referansı ile açıklamaya çalışmak anthropomorfizmdir. (insan biçimcilik) Bilimsel fikir değil.

    Akıl dediğimiz, bu karmaşık ilişkilere neden olan birimlerin bir araya geldiklerinde ortaya çıkan emergence propertylerinden doğmaktadır. Bu fazlalıklar dışardan gelmezler ancak birimlerin toplam biçimi olduklarından tek bir birim veya birkaçının ilişkisi ile açıklanamaz.

    Neden mi? Birincisi Eğer ilki doğru olsaydı karıncaları öldürdüğümüzde yine işbirliğini sürdürmeleri sayılarından bağımsız olarak daima olmak zorundaydı. ikinci ve daha da önemli sonuç ise Behe’ nin Darwin’ i eleştirisi doğru olsaydı ve bir tasarım olsaydı, karıncaların kaç tane olduğu koloni oluştrabilme yeteneğinden bağımsız olmalıydı, tek bir insan, insanlar ölse bile kentler işleyemez olmalıydı, tek bir server çökünce internet çökmeliydi. Sözde Kuramın gerçekteki kanıtsız iddianın sonu, çöpe.

    Oysa basit ilişkilerinden doğan karmaşık sistemin sürdürülebilir eşiğinin altına düşmeden ne kadar karınca öldürürseniz öldürün koloni aynen varlığını sürdürmektedir. Behe’ nin tüm varsayımlarının tersini görmek doğada daima mümkündür.

    Peki bu sistemin tetikçisi nedir? Bunun bilinç olmadığını, bilincin basit ilişkilerin toplamdaki karmaşık sonucu olduğunu öğrendik.

    Eskiden kraliçenin koloni yöneticisi olduğu, daha sonra bazılarının yönettiği bir kast yapılanması olduğu sanılırmış. (Anthropomorfist bakış açısı, ortaçağ düşüncesi) Ancak bunun doğru olmadığı simülasyon ve bilgisayar teknolojisi gelişince kesinlikle anlaşıldı. Karınca ya da arı kolonilerinin bir tanrısı veya yöneticisi yok. Bu bilince neden olan şey (buraya dikkat) tek tek tüm karıncalardaki yine onları oluşturan organik birimlerin bir sonucu olan basit algı ve tepki mekanizması. Yani karınca kolonisinde bilinç görünümüne benzeyen şeyin tetikleyicisi salgıladıkları ve tepki verdikleri feromonlarda başka hiçbir şey değil.

    Karınca bilinci sandığımız şey onların feromonlara tepki vererek giderek çoğalması ve ortak bir bütün oluşturması. Karınca kolonisinin aklı karıncaların işbirliğidir ve koloni aklıdır. (yaşar us) Karınca aklı ise koloni aklının nedeni olsa da, koloniyi meydana getirecek akıl bu akıl ilişkilerin sınırlı bir yaşam alanındaki toplamı olduğu için tek bir karıncada bulunmaz.

    Bu olgu tüm organik hatta inorganik sistemlerde de geçerli olup, canlının evriminin nedenlerinden de bir tanesidir. Geçmişin kolonileri olan tek hücreliler, kolonilerini geliştirdikçe ve bu koloniler çoğaldıkça kendi neden oldukları sistemin ayrılmaz bir parçası olmuşlar, bunun sonucunda ökaryot hücre yapıları ve onlarında çeşitlenip koloni oluşturarak çeşitli çok hücreli canlı toplulukları ortaya çıkmıştır. Sistemin genel davranışını belirleyen, onu oluşturan yapı taşlarıdır. ancak o yapıtaşları sadece sistemi oluşturan unsur oldukları için hücrelerin ne yapacağını bilmesi gibi veya bir tasarımcı tarafından gizlice programlanmış olması gibi bir şey mevzubahis değildir. Bu hiç gerekli değildir. Doğal sisem tasarım dışıdır, tasarlanamaz ve suni olarak parçalar birleştirilmek suretiyle aynı işlerlikte oluşturulamama nedeni de zaten budur.

    Bir canlı çok hücreli organizma, onu oluşturan sayısız unsurun toplamıdır. Ancak tek bir unsur tüm sistemi açıklamaz. insanlarda bilinç gibi veya hayvanlardaki davranış ve irade gibi görünen şey budur. Karınca sadece belli olaylara tepki verir. Bunun tetikleyicisi yani feromonlara verdiği tepki karıncayı meydana getiren unsurların ortak sonucudur. Karıncalar ise evrim süreci içersinde bir arada yaşamış, en büyük kolonileri yani aslında en zeki kolonileri oluşturabilenlerin nesilleri sürmüştür. Tek tek aptal olmaları, karıncaların yokolmasına neden olmaz. Çünkü bu basit ilişkiler zaten bilincinde nedenini oluştururlar. Bilinç sonuçtur, asla bir sebep olarak düşünülemez. Akıllı tasarım olanaksızdır çünkü tasarımcı akıl, karmaşık ilişkilerin sonucudur. Doğa aklın nedeni olduğu indirgenemez karmaşa değil, tam tersine akli tasarıma indirgenemeyecek bir kaos yapısındadır.

    O nedenle insanın tasarımcı sandığı şey aslında kendi bilincidir sadece. Evrenin bilinci yoktur, fakat karmaşıklığı bizim çok daha ötemizdedir. Öyleyse çok daha mı zekidir? Hayır, çünkü bilincin eşiği olduğu gibi bir de sınırı vardır. Özerkliği buna bağlıdır, sonsuza yayılmış ve sonsuz büyüklükteki tek bir bilinç 0 bilinç demektir.

    5 milyarlık karınca kolonisi olamaz dağılır. Kaos eşiğinin başlangıcı yani dizgeli hali olduğu gibi sonu yani kaosa dönüştüğü bir eşik de mevcuttur. Karmaşıklık eşiği aşılınca düzen tamamen yok olur, öngörülemez, tetikleyicinin etkisi sistemi bir arada tutmaya yetmez. Yani sonsuz zeka, 0 zeka demektir, öngörülemez, öngörü yapamaz. Feromonlar 1 milyon karıncayı bir arada tutamaz. Akıl milyarlarca insanı bugün bir arada tutamamaktadır halen, yetersizdir bunun için. Süper zekaya sahip normal bir insanın bin katı nörona sahip bir beyin çok zeki olamaz. Tam tersine kaosa düşer ve hiç düşünemez.

    Ancak insan nüfusu 7 milyarı geçmiştir ve bu konuda küçük canlılarında hepsinden ötedir. Nüfus olarak değil. Bugün 7 milyarı aşkın insan toplumu sınırlara sahip olsa da tamamen birbiriyle ilişki içindedir ve kopukluk giderek azalmaktadır. Nöronların fazlalığından oluşmuş insan aklı, kendi popülasyon dengesini de çevresel etkiden bağımsız olarak daha geniş bir alana yayabilmektedir.

    İnsandaki Nöronlar

    insan denen memeli hayvandaki nöron sayısı kritik eşiğini aşmıştır. Aslında bu kritik eşik her aşamada aşılmıştır evrim sırasında. Halende aşıldığını söyleyebiliriz her yeni nesilde. Çünkü her açıdan en avantajlı olanların yaşama şansı diğerlerinden daha fazladır. insanda bulunan tek bir nöronun 1000 ile 10000 arasında bağlantı noktası bulunur ve basit bir şekilde elektriksel ve kimyasal olaylara tepkide bulunurlar. Dahası en fazla bağlantı yapabilen çok dallı nöron çeşidi, insanda diğer türlere oranla daha fazladır. Yani bilincin ve aklın nedeni olan nöronlar, aslında tek bir karıncadan da çok daha aptal olup, hiç bir bilinç benzeri nitelik taşımazlar. Sadece elektriksel ve kimyasal reaksiyonlar gösterirler. Bir aradayken yani toplamda aklın nedenidirler.

    İnsandaki nöron sayısının 100 milyar olduğu söylenmektedir. Şempanzelerle serebral korteximiz bile ortaktır. İnsan beyninde olup diğer hayvanlarda olmayan ise sadece gelişmiş ön “lob”dur. Kalınlığı 1 mm dir. Ancak hacimsel bakarsak diğer işlevleri oluşturan bölümlerin bazılarınında daha fazla yer kapladığını söyleyebiliriz. Ancak bu bölümlerin işlevleri de belirlidir. Ön lobu hasar gören insanın vücut işlevlerinde bir bozulma olmamakta, fakat bildiğimiz şekil aklı gitmektedir.

    İnsanda bazı kaynaklar 100 milyar bazıları 25 bazıları da 10-15 milyar nöron olduğunu söylüyor. Tabi canlı birinin nöronlarını sayamadığımızdan ve ölünce de öldüklerinden, bunlar tahmin olsa da 10 milyardan fazla oldukları açık. Her biri çevresindeki bir diğer 1000 tanesiyle onlar da diğerleriyle şeklinde düşünürsek ne derece karmaşık kombinasyonlara dayalı bir ilişkinin ortaya çıktığını anlarız. Üstelik bu sistem geri beslemelidir. Yani burada tek yönlü bir ilişkiden de bahsedemeyiz herhangi organdaki her durum nöronlarda, nöronlardaki her tepki de sistemde karşılıklı etkiler yaratmaktadır.

    Yukarıda her nesilde değişir demiştik. Aslında her an değişir. Nöroloji beynimizin tamamını kullanmadığımızı söyler. Ancak bu yanlış algılanır. Yani ortada bir gizem ya da ruh yok. Akıl ne ise (nöronlardan ve çeşitli diğer hücrelerden ve sinir sisteminden oluşmuş yapı) benliğimiz dediğimiz de biziz yani yaşayanız, başka şey aramak bilmemekten kaynaklıdır. Nöronlar bizim yaşam koşullarımıza ve çevreyle olan ilişkilerimize göre biçimlenmekteler. Bazısı kullanılmaz sabit kalır, çürür. Kimisi çok kullanılır miyelinle kaplanır, ve iletim hızlanır. Bir mühendisin beyni farklı, bir sporcunun farklıdır. Her birinin yaşam biçimine göre yeni bağlantılar ve ilişkiler oluşmaktadır. Dolayısıyla da yaptığımız her eylemde beynimizde değişime de neden olmaktayız; bilgisayarlar gibi statik değildir aklımız, canlı hücrelerden oluşur sürekli etkileşiriz. Her an farklı bağlar oluşmakta ve buna tecrübelerimiz , zihnimiz demekteyiz. O nedenle kafa travmalarında en sık rastlanan şey hafıza yitimi, travma fazlaysa kalıcı zeka geriliğine sebep olmaktadır.

    Kendi yaptığımız sensor networklerde de, iletişim ağlarında da aynı durum geçerlidir. Eğer akıllı tasarım veya indirgenemez kompleks geçerli olsaydı, elektronik olmazdı mekanikte takılı kalırdık. Bu sebeble de ne internet, ne gelişmiş bilgisayarlar ve iletişim ağları varolabilirdi. Çünkü bu yapılarda akıllı tasarımcıların söylediği hiç birşey, doğada da olmadığı gibi geçersizdir. Bir kentte elektrik kesildi diye oradaki serverlar nedeniyle internet çökmez. Sistem en baştan tasarlanarak yapılmamıştır çünkü. Öyleki bu tür yapılarda bir iletişim bozulursa onu oluşturan birimler yeni bir alternatife yönelir anında, ihtimaller sayısızdır, tüm enerji kesilmedikçe de yok olmaz.

    Bu anında alternatif bulma nedeni çok basit bir elektrik devresi ile açıklanır, akıl ile değil. 0′lar ve 1′ler. 0 ise açık 1 ise kapalı. Bu kadar. Dolayısıyla elektrik bir yerde kesilse kendine hemen alternatif yol bulur çünkü enerjinin durması söz konusu değildir. Yol bulduysa- ki her zaman bulur- sistem çalışmayı sürdürür.

    Gördüğünüz gibi aslında kendi aklımızın çalışma sistemine göre kendi teknolojimizi yaratmaktayız ve ikisi de her yeni çağda ve bilgide, icatta değişmekte. Yani yeni bir bağlantı. Bunu da bilimin yardımıyla gözlemlerimiz ve tecrübelerimiz sonucunda yine doğadan öğreniyoruz. Eğer yarasalardan akıla kadar evrimleşseydik, her yerde öncelikli olarak görsel araçlar değil, radarlar ve ses vericileri olacaktı. Yarasa görmez kördür iddiası yanlıştır. Bunun doğrusu, onun en önemli algılama organı ses duyumudur yarasa duyduğu sese göre karşısındaki nesnelerin şeklini bilir. Her canlıda bu tür farklar vardır ve hiç bir canlı insandan daha şaşkın değildir. Tabi bilinçli yarasa sadece örnekti, yarasaların eli de yok alet yapmaları zor. Fakat başka bir karanlık gezegende bu mümkün hadi düşünün neden uzaylılarla iletişim kurulamıyor. (onları sadece yeşile boyayıp çirkin gösterip algılamada kendimiz gibi düşlediğimizden olmasın?)

    Görüldüğü gibi evrim teorisi burada da gerçekliğini kanıtlamaktadır. Bilinç bir sonuçtur. İnsan zekası denilen bilinç ve onun doğayı ilişkilendirip tasarlayan imgelem ve hayalgücü esini bellekten, o gelişmiş ön lobu oluşturan bellek daha çok sayıda nöronun işbirliğinden ve etki tepkisinin total sonucundan kaynaklanmaktadır. Bu yüzden yıllarca beyinde akıl ve bilinç bulunamamıştır. Ruh olduğu için değil. Yani zeka aslında olanaksız değildir, sadece karmaşıklıkta bir eşiğin aşılmasının dolaysız sonucudur. Eğer bu derece karmaşık ve doğal yani aksamayan bir sistem suni olarak yaratılabilirse yapay zekanın insanı aşması da muhtemeldir ve ona ruhsuz demeniz bu durumda sizin algılama eksikliğiniz de olabilir.

    Evet bu olgudan hareketle günümüz için şunu da söylemeliyiz ve bu benim uzun zamandır farkettiğim bir durumu da açıklamaktadır.

    Emergence olgusu vasıtasıyla aklın nedeni anlaşılmış durumdadır. Yapay zeka mümkündür ve uygulanabilmektedir. Aynı şekilde yapay canlı da mümkün tabi aynı oranda yüksek karmaşıklık gerekmekte bunun için ve en dolaysız ilişkiyi sağlayabilecek enerji aktarımları ve kendiliğinden kurulabilecek ilişkiler.

    Doğa dediğimiz çoğul yapının rastgele ilişkilerinin toplamı birtakım sınırlar dahilinde kapalı sistemler yarattığı için dışından bakılabilirse düzenli görünür. Ancak bu kapalılık görecelidir çünkü güneş sisteminin uzun süreçteki hareketi sabit katsayılarla düzeltilip,güneş sabit varsayılmaz ise kapalı bir yörüngede düzenli şekiller oluşturmaz.

    Ancak insanın anlık olarak değerlendirebileceği verilerin sayısı sınırlıdır ve bu sınır daimi olarak içinde bulunduğu doğanın ve onun içinde bulunduğu evrenin çok az bir kısmından ibarettir. Dolayısıyla da insan algısı nasıl ki dış uyaranlar denilen kendi biyolojik varlığının da koşulu olan madde enerji ilişkilerini kendi bünyesi içersinde yorumluyor ise, zihni de aynısını yapar. Dolayısıyla akıl bir hedef ve amaçların sınırını belirleme eylemidir.

    İnsan aklı her zaman bir sınır çizmek zorundadır. Her şeyi birden düşünemez. Evrendeki tüm yıldızların göreli ilişkisi dahilinde bir kesin diferansiyel denklem oluşturulamaz. Hatta sadece güneş sistemi için bile bu çok zordur. Dolayısıyla da başka yöntem bulur.

    Güneşi sabit varsayar. Oysa değildir ve bir üst sisteme bağıl hareket etmektedir. O sistem de onun içinde bulunduğu bir üst sisteme ve bu böyle gider. Ancak güneşi sabit varsayarak hesaplanırsa dünyanın hareketi belli yaklaşıklıkta ölçülmüş olur en azından önümüzde kaba bir hesap vardır. Daha sonra diğer değişkenleri de ölçer. Toplayabildiği kadar veriyi toplayıp türlü istatistikler ve matematik hesaplarla sapma payını azaltacak yeni yollar araştırılır. Böylece sabit sayılar fizik yasalarında kaçınılmaz olarak yer alırlar. Bu sabit değişmezler sapma payının düzeltilmesi girişimleridirler. Planck sabiti, evrensel yerçekimi sabiti vs vs. Ancak her zaman açık sistem varolduğundan insanın bu dizaynı hep gerçeğin gerisinde kalır. Kopernik’ in düzeltmeleri Ptolemaus’ unkilerden daha kesindir. Keplerin düzeltmeleri kopernikten daha yaklaşık ve doğru sonuçlar üretir. Newtonun düzeltmeleri onları, Einstein’ ın düzeltmeleri Newton’ u aşar daha ince hesaplar.

    Ancak her yeni düzenleme sonucunda perspektif öncekinden daha büyük ve çok boyutlu hale gelir. Dolayısıyla hiç bir zaman son düzeltme ile sınırı çizilmiş son bilimsel teori olanaksızdır. Çünkü tamamen aklın mecburi hedeflerinden türemişlerdir ve hedefleri belli, görüş alanı ve bilgisi daima ötesine pencere açacağından sadece bir aşamadır. Hatta bu nedenle bilim ve bilgi de üst üste eklenip yeni haller alır aynı yasaya bağlı olarak, öncülünden ve temelinden bambaşka bir görünüme bürünür, doğa ve evren algımızda çağlar ilerledikçe durmadan değişir.

    Kısacası akıl bir hedef ve amaca yönelik olup biyolojik yetenekler ve algı boyutu ile sınırlıdır. Yine akli tasarımlar da doğanın bir bölümünün kesitinden oluşmuş modellemelerden ibarettirler.

    Bu nedenlerle doğa akla ve tasarıma indirgenemezdir. İndirgenemez karmaşıklık değil onun tam tersi geçerlidir. Akıl ve tasarım modelleri sadece belli bir aşamadaki bugünkü sınırın ölçüsüdür. Makro boyutta ise evrende bir düzen, sabit referans noktası ve mutlak zaman kavramı bulunmamaktadır bunların tamamı başlangıç, son, madde,enerji, önce, sonra, canlı,cansız vs tamamı algı biçimine ve bulunulan konuma ve de maddesel hareketin göreli konumlarının yine insani sınır dahilindeki bir sembolik modeli olan matematiksel ifadelerinden oluşur.

    Erken evren ve makro boyutta ve kuantum boyutunda bunların mutlak geçerliliği yoktur. Madde yoktur ve ışık için önce sonra da yoktur, başlangıç da çünkü zaman yoktur ışık için. Anti madde için olası başlangıç madde için olası son demektir. Anti madde evreninde zaman tersine işler ve anti madde madde için, madde anti madde için sınır hızın üstüdür. Baryonik olmayan karanlık madde ve ölçüm dışı olan karanlık enerji ise yine bu sorulardan bağımsızdır.

    Daha fazlası için yapılabilecek tek şey aklımız ve tasarım modellerimizi geliştirmektir. Ancak akıl ve tasarım sayesinde doğayı anlayabiliriz. Fakat bu nokta çok ince bir nüansı barındırır. Akıl ve tasarım bizim anlama zorunluluğumuzdur doğa ve evren akıl ve tasarımlara indirgenebilecek kesin ve sınırlı kapalı sistemler değildirler. İki nokta arasına çizgi çizerek kıyıları haritalandırabiliriz ancak gerçek kıyı uzunluğunu hesaplayamayız, sonsuzdur, belirsizdir, tanım aralığına göre değişir.

    Seçimlerimiz tamamen bizim pratik amaçlarımıza göredir. Haritalar işimize yarar ancak boyut büyüdükçe hata payı artar. Ayrıntıya girdikçe karmaşıklığı yine artar. Boyut büyüdükçe yani evrenin geniş boyutuna ilerledikçe görünebilir fiziksel sınır evrenin sınırını çizer. belli uzaklığın ötesi galaksiler ışık hızında uzaklaşacağı için onun ötesini bilemeyiz o bölge olay ufkumuz olur. Big bang teorisinin aslı budur. Bir başlangıçtan bahsetmez bu teori evrensel ölçekteki fiziksel olay ufkundan bahseder ve görecelidir. Bilinebilen, gözlenebilir evren üstüne bir modeldir. Görelilik ile çelişen hiç bir modern fizik teorisi söz konusu değildir ve bu nedenden ötürü big bang teorisi başlangıç anını belirtmemekte, tanımlamamaktadır, sonsuza doğru ıraksar. Çünkü ne kadar geçmişe gidilirse kozmolojide zaman o derece etkisizleşmektedir,yavaşlamaktadır, ışık baskın hale gelirken.

    Tüm evrende bu temel teori geçerlidir çünkü çoğul olasılıkların birbirine etkisinden oluşmuş madde evrenindeki olguları açıklar. Ancak bir son olmadığı gibi, bilinenlerin tamamı bundan sonrasının önceden bilinemeyecek başlangıç noktasıdır. Yani kuantum ve belirsizlik nedeniyle kendini ortaya çıkaran kaos sistematiklerinin pratik uygulama alanına girerler. Bu ise akla veya tekil modellere tasarımsal sınır olgulara indirgenememektedir.

    Her yeni adım kendisinin ortaya çıkardığı sonraki perspektifte daha karmaşık bir problemin çözümüne bağlıdır.

    Gerçek ve hakikat dediğimiz doğanın işlevleri, aklımız ve modellerimize indirgenemez. Yaklaşımlarımız tamamen araçsaldır soyut bir varlıkbilimsel anlamları yoktur. Çünkü her türlü soyut, varlıkbilimsel mana aklımızdaki kendi suretimizi doğaya genelleyen bireysel düşlerden ibarettir. Matematik gerçek değildir,dünya meridyenlerden, güneş ve dünya arası uzaklık metre parçalarından oluşmaz, bunlardan bağımsız ve daimi hareket halindedir. Eğriler doğrularla birebir örtüşmediğinden, yani sonsuzgen ulaşılamaz; çokgen ise bu çokluk hangi miktarda olursa olsun, asla düzgün daire olamayacağından pi sayısı tam değer ile hesaplanamaz. Fakat yaklaşıklık sağlar. Bu zorunludur ve matematik, bir şeyin diğer şey ile ifadesinden doğduğu, dile oranla en basit sembole indirgenerek daha kesin ifadeye dönüştüğünden ötürü, insancıl olan modellerin en tutarlı sağlamasını yapar. Fakat matematik bile yazılı olarak önceden yazılmış değil, insanın yaklaşım metodudur, kendine göre doğayı şekillendirme çabasıdır, doğa değildir. Matematik insan aklının dolaysız bir sonucudur, örümceğin iki dal arasına ördüğü ağı kendi salgısı, insanın iki kıyı arasına yaptığı köprüyü zihinsel indirgemeleri ve modelleri sağlar. insan aklının ürettiği tüm model ve tasarımları birer indirgemedir. Geometrik indirgemeler vasıtasıyla haritalar modeller yapılabilir ancak gerçek doğa tamamen kaotiktir ne bir üçgene, ne bir daireye, ne de kendimiz ile birebir örtüştürebileceğimiz sınırlı biçimlere sahiptir. Ayrıntıya girildikçe daima dallanıp budaklanır ve açık sistemlerden oluşur.

    Fırtınalar, yaprak helezonları, salyangoz kabukları, galaksiler ve gezegenlerin güneşin de hareketinin işin içine katıldığı yörüngeler birbirine benzer helezonik açık sistemler yaratırlar. Bu kaos un en genel resmidir. Ancak matematiksel ifadesi sadece onun bir bölgeden kesitini kısmen açıklayabilir. Çünkü evrende bir nokta yoktur. Duran bir alan yoktur. Türbülansın matematiksel ifadesini yazamazsınız çünkü hiç bir zaman aynen tekrarlanmayacaktır. Bir gezegenin oluşma formülünü de yazamayız o da bir makro boyutta maddesel hareketlerin türbülansından oluşmuştur. Buradaki iç hareketler rastlantısaldır fakat tüm rastlantıların olasılıklarının gerçekleştiği bir sınır dahilinde dışardan bakıldığında bir spiral şekil oluşturması zorunludur. Spiral şekillerin nedenini oluşturan rastlantılar dengeye ulaştığında küresel biçimler oluşturmaları ve bir müddet bu denge halinde varolduktan sonra yeniden dengesini yitirerek saçılması da zorunludur.

    Biz bunları görür ve modelleriz. Aklımız ve modellerimiz gerçeğin ta kendisi değil,gördüklerimizin en olası betimlemeleridirler. İndirgeyen bizizdir. Dolayısıyla olgulara tam tersinden bakma lüksümüz bulunmamaktadır. Ne doğayı ne kainatı bir kutu gibi düşünemeyiz. Balona benzetemeyiz. Modeller sadece açıklamak içindir. Modellere ve akla inanılmaz, onlar geliştirmek içindir.

    Tasarımsal ve akılsal dogmatizmin yanılgısı bu noktada olguları tümdengelimsel bir gerçek dışı manadan türetmesidir. Tümel kavramı herşey dediğini kelimeyle betimlese de herşey bir şey ile açıklanamaz bu bir çelişkidir. Hiç bir tümel sadece görünen kısmını bilebileceğimiz, o da kendinmizce evreni tanımlamaz. Bilinmeyenleri her şey diyerek sınırlandırmak yanlıştır. Bağımlı olunan uzay-zaman dahilinde, zamanın nedeni olan evreni, evrenin öncesinin yarattığı bir nesne gibi düşünmek akıl dışıdır. Önce-sonra tamamen evrene bağımlı bir kavram olup, insanın yaşamsal bir konum belirleme aracıdır. Dolayısıyla evrenden önce ne vardı sorusu da manasızdır.

    İnsanın biyolojik varlığı için ve de evrendeki oluşumlar için aklı ve tasarımı referans göstermekte bu nedenden ötürü manasızdır. Her türlü tasarım insanın zihinsel etkinliğinden ve kıyaslamalarından doğar, ben ve dış dünya ayırımının varolmasına bağımlıdır. İnsanın aklının nedeni biyolojisidir. Yani aklın nedeni akıl değildir. Beyin nöronlarının miktarı ve kombinasyon sayısı organizmanın algı perspektifini belirler. Hiç bir canlı akılsız olmaz tamamen, çünkü canlıyı cansızdan ayıran özerk irade en baştan bir kimyasal reaksiyonun devamlılığı olduğu halde, bu reaksiyon seçilimi özerk birimin toplu işlevine dönüşmüş olduğundan , canlının daha hızlı gerçekleşen özerk reaksiyonları cansız reaksiyonlardan farklı görünür.

    İnsanlığın kafasını karıştıran asıl mesele de tam burasıdır. Nasıl olur da rastgele reaksiyonlar iradeye dönüşebilir? Çünkü bu reaktif elementler bir sınırda ilişkiye girmektedirler ve canlıyı oluşturan elementler evrendeki en yüksek enerjili ve en reaktif elementlerden oluşur. Canlılarda Helyum, Neon, Argon vs. gibi soygazlar bulunmaz. Hidrojen, oksijen, azot, karbon ise boldur. Canlılar sıvı haldeki su içinde oluşabilirler. Makro moleküllerin bir araya gelmesi proteinlere nedendir. Proteinler zarlara, zarlar ise suyun içinde kimyasal laboratuvarlara neden olur. Yarı geçirgen zarlar içerisinde çok sayıda reaksiyon,bu reaksiyonlardan artan enerjinin kataliz ettiği bir çok kombinasyon ortaya çıkar. Yığılmalar başlangıçta reaktiftir. Fakat tüm bir zar bir noktadan sonra tek bir madde gibi davranmaya başlar çünkü reaksiyonlara göre özerk bir esnekliğe kavuşmuştur. Dolayısıyla da pasif davransa da katı, sıvı, gaz, plazma hallerinden farklı olarak çok sayıda reaktif element ve makro molekülün bir aradaki mekanizması olarak canlı hale bürünmüştür.

    Canlı oluşumu reaktif olarak başlar ancak seçilimi vardır. Yani bir basit canlının zar vasıtasıyla yürüttüğü reaksiyonları onun hareketini belirler. Biz insanlar bunun bir irade olduğuna kanaat getiririz ancak aslında bir bakteri yaşamaya çalışmaz böyle bir zihni yoktur henüz.

    Akıl bunun çok çok ötesidir ama temeli bu seçilimdir. Milyonlarca canlı, türlü yapılarda hem hücre içini oluşturacak şekilde hem de milyonlarca hücrenin ortak işleyişi dahilinde bir topluluk oluşturur. Bunun meydana gelmesi için milyarlarca yıl gereklidir ve daima değişim mevcut olduğu halde daima da farklı topluluklar olmuştur ve her zaman en azından birkaçı yaşamaya devam eder. Dolayısıyla en basit bakteri bile mükemmel görünür tıpkı doğanın her biçimi gibi. Doğanın mükemmel olma nedeni mükemmel tasarlanmasından değildir. Tersine ulaşılamayacak derecede tasarım dışı yani hiç mükemmel olmamasıdır. Tasarımı hangi büyük sayı ile çarpsanız yine doğal bir biçim elde edemezsiniz kaba ve keskin bir model oluşacaktır. Sonsuz ile çarparsanız belki… Ama tasarımın sonsuzluğu çelişkidir. Sınırı belirlenmemiş bir tasarım olanaksızdır ve ona tasarım denemez. Daireyi çokgenle ifade edememek gibi. Dahası nasıl tasarlanabileceği konusu ortaya çıkar çünkü aklın varlığı öncesinde bir karmaşaya muhtaç olduğundan sonsuz yetkin tasarım kendi kaosunda kaybolacaktır.

    Aslında buradan hareketle şu çıkar. Tanrı, yani akıllı tasarımcı ise matematiksel ifade olarak 1 sayısıdır. Olguları kategorik açıdan değerlendiren insan zekasının ilk kategorik imperatifidir. (bkz: Kant) Ben ve dış dünya ayrımında dış dünyaya kendi penceresinden bakarak herşeyin kendine göre ifadesi sayılmış 1 sayısıdır. Tüm rakamların nedeni 1 dir. Çünkü saymaya başlama anıdır. Ancak saymaya başladığımız çokluklar bizim sayısal sembollerimizden bağımsız çokluklardır. Dolayısıyla tüm rakamların nedeni sonsuz anlamına gelen 1 sayısı ile açıklanamaz ve ona ilksel akıl veya neden veya tasarım denemez. 1 rakamının sonsuz ile hiçbir ilgisi yoktur. Diğer tüm rakamlarında sonsuz ile bir ilgisi aynı oranda yoktur ve tamamı sonsuza aynı oranda uzak yani alakasızdır. 10 üssü 1 milyar da sonsuza 1 kadar uzaktır. Peki neden sonsuz akıl, sonsuz güç, sonsuz tasarımcı? Çünkü gerçekte akıl, güç, madde, sonlu olsa da doğa sonlu bir akıl ve tasarım ile açıklanıp birebir akla eşlenememektedir. Demek ki doğa akıl işi değildir akıl ile biçimsel yani insanın kendi özneline indirgenerek kavranabilir sadece. (Numenlerden bahsedilemez, fenomenler tamamen bize özgü yansımalardır. Bu noktada olmayana ergi manasında bir numenden de bahsedilemez çünkü tamamen bizim için belirsizdir ve var dahi sayılamaz bu nedenle de. Varsayılan sadece genellemedir ve o da bir fenomenler toplamıdır ve sembolik bir kavram olarak tekile indirgenmiş toplam kategorik olasılıktır. İlksele dair Geçerli bir kanıt, toplam fenomenler dahi bilinmediğinden yine mevcut olamaz.)

    Akıl ötesi sonsuz akıl da akıl olmaz. Sonsuz tasarım, tasarım olmaz. Sonsuzluk sınırın zıttı olarak insanın olumsuzlamalarının sonucudur. Birbirini doğuran bir kavramsal isimdir. Sonluluğa bağlıdır. Yaşamın ölüm olmasa anlamı olmaz. Ölümsüz varsayımsal bir varlık yaşadığını farkedemez, dolayısıyla düşünemez. O halde ruh denilen algısı da olmaz, o halde yaratıcılık açısından da algı açısından da anlamı bulunmaz. Bunun gibi, kendi dışı olmayan kendini bilemez. Akıl, akıl ile açıklanamaz. Varlık ve yokluk birbirinden doğar. Varlık varlık ile, yokluk yokluk ile açıklanamayacağı gibi, yokluk sonsuzun zıttı olarak her şeyin kendi olumsuzluğu ile çarpımıdır ve fiziksel bir geçerliliğe sahip değildir. Big bang yakın zamanı maddesel açıdan yokluk olabilir ancak bu zamansal olarak anlamlandırılamaz çünkü zamanı anlatacak madde yoktur. Fakat yine de yokluk hali değildir, çünkü madde enerjinin bir başka halidir ve enerji için zaman oluşmadığından, ışık fotonları anti madde ve madde arası zamansızlık olduğundan; salt maddesel açıdan bugünden bakılan evrenin başlangıç an’ı yine anlamsız bir önerme olur.

    Akıl başka nedir? Akıl organik bir indirgemedir. Tasarım aklın bir indirgemesidir. Tamamı sınırlı bir varoluşun dış dünya uyaranlarının miktarına bağlıdır. Bu kavramlar tümel sayılamaz ve değişmeyecek kesin gerçekleri açıklayamazlar. (Zaten bu olanaksızdır) Akıl, tasarım gibi matematiksel ifadesi olmayan soyut kavramlar doğayı kavramakta sadece ilham verirler hedefler için. Onun nedeni olamazlar. Evren bu kavramlara indirgemeyecek ölçüde kaotiktir. Boşu boşuna tüm gerçekliği tek bir kavrama indirgemenin ve buradan bir inanç nesnesine benzer mistik bilim üretmenin manası yoktur.

    Bir şey bilmiyoruz çünkü indirgiyoruz. Bilmediğimiz bildiğimizin ötesinde bir akla kanıt değil, aklın ve tasarımın her şey olmadığını kanıtlar. indirgediğimiz şey akılın sebepleridir ve akıldan bağımsızdır. Dolayısıyla aklı mutlak mükemmel ilan edip evreni bunlarla açıklamaya çalışarak tersten düşünmek pek de akıllıca sayılmaz.
    Bilmiyoruz ama şu kadarını şöyle açıklayabiliyoruz demek yeterlidir, bilinemeyen üzerinden en büyük bilinç, en büyük ilk tasarımcı, herşeyin bir nedeni gibi arayışlar akıl dışı düşüncenin belirtileridirler ve salt akılcılık iddiasında olmaları o fikirlerin çelişkilerinden arındıramaz.

    1. Oldukça uzun bir yazı olmuş ve her konu hakkında bir yorum yapmışsınız, teşekkürler, Akıllı tasarım kişisel olarak kabul etmediğim bir yaklaşımdır. Ancak yine kişisel olarak, bir yaratıcının varlığına inanırım. Evrenin yaratıcı tarafından yaratılmış bir varlık olduğuna, akıl, zihin ve Evrendeki tüm her şeyin o yaratıcı tarafından tasarımsız olarak yaratıldığını düşünüyorum.
      Da Vinci tablosu üzerindeki bir karıncanın, Mona Lisa tablosu hakkında sanatsal fikirler ileri süremeyeceğini ve ondaki tüm nitelikleri göremeyeceğini düşünüyorum. Yazınızdan anladığım genel manada tüm sisteme içeriden bakıyorsunuz dolayısı ile sistemi tanımlarken içerideki verinin referanslarına bağımlısınız.
      Bir soru sormak isterim:

      Yazınızın başlarındaki H2O ve NACL örneğine gelirsek, bu çiftlerin birleşimi ile oluşan yeni ve parçalardan bağımsız nitelikler (SU, TUZ) neden reelde olduğu gibi oluyor, örnek; Hidrojen ve Oksijen birleşince TUZ olmuyor mesela ?

      Birde gözlemlerinize olan aşırı bağımlılığınız çıkarımlarınızı sınırlıyor, örneğin, tüm sistem bir makine olsa ve yöneticisi bu makineyi uzaktan yönetebilir olsa, makine üzerinde gözlemlediğiniz fenomenlerin makinenin davranışının doğal sonucu olduğunu mu çıkarsayacaksınız ?

      Makineye kumanda eden sürücünün, dışarıdan hiç bir şekilde gözlenemez oluşu, makinede oluşan sorunların tümünün makineye ve parçaları arasındaki ilişkiye atfedilmesine mi sebep olacaktır ?

      Sürücünün iradesinin makinenin davranışını belirlemesi söz konusu olamaz mı veya makinede oluşan sorunun sürücünün iradesini değiştireceği sonucunu mu çıkarmalıyız ?

      Freni patlamış bir otomobilin, sürücüsünün durmak istemediğini düşünebilir miyiz ?

  4. Parmak bir ‘şey’i işaret ediyor fakat bütün gözler parmakta.
    Hücreler şöyle organize olmuşlar, böyle evrim geçirmişler, doğa yoluyla evrensel bilinçle irtibata geçince de böyle yaralı ve harikulade bir organı, yani parmağı oluşturmuşlar…
    Parmak saatin ustasını işaret ediyor, gözler parmakta ve saatte…
    Ve diller inkarda, ve kulaklar sağır.
    Ve, hiç bir insan, görmek istemeyen kadar kör olamaz…

Bir cevap yazın