Mekanizm

GodfreyKneller-IsaacNewton-1689
Isaac Newton

Doğadan tüm tesadüfleri ayıklama çabası kaçınılmaz olarak mekanik bir bakış açısına yol açar. Bilim alanında Newton tarafından temsil edilen 18. yüzyılın mekanik felsefesinde, zorunluluk yalın düşüncesi mutlak bir ilke düzeyine yükseltilmişti. Bu felsefe, mükemmel ölçüde basit, tüm çelişkilerden muaf ve düzensizlikler ya da aykırı eğilimlerden uzak görülüyordu.

Doğanın evrensel yasallığı düşüncesi son derece doğrudur, ama yasallığın yalın bir ifadesi yeterli değildir. Gerekli olan şey doğa yasalarının gerçekte nasıl işlediğinin somut bir kavranışıdır. Mekanik bakış, ait olduğu zamanın gerçek bilimsel gelişim düzeyini yansıtarak, zorunlu olarak doğal olguların tek yanlı bir görüş tarzını geliştirdi. Bu bakış tarzının en büyük başarısı klasik mekanik idi. Bu mekanik, göreli olarak daha basit süreçlerle ve katı bir cismin diğerleri üzerindeki basit dışsal etkisi olarak, kaldıraç, denge, kütle, eylemsizlik, itme, basınç uygulama vb. olarak anlaşılan neden ve sonuçla ilgilenir. Bu keşifler önemli oldukları kadar, doğanın karmaşık işleyişi hakkında kesin bir fikre ulaşmak için açıkça yetersizlerdi. Daha sonraları, bilhassa Darvinci devrimden sonraki biyolojik keşifler, bilimsel olgulara organik maddenin çok daha esnek ve karmaşık süreçleriyle uyuşan farklı bir yaklaşımı mümkün kıldı.

Pierre-Simon-Laplace
Pierre Simon Laplace

Klasik Newton mekaniğinde hareket basit bir şey olarak ele alınır. Eğer hareket eden özel bir cisme belli bir anda hangi farklı kuvvetlerin uygulandığını biliyorsak, bu cismin gelecekte nasıl davranacağını kesin bir biçimde önceden söyleyebiliriz. Bu, en parlak temsilcisi 18. yüzyıl Fransız matematikçisi Pierre Simon de Laplace olan mekanik determinizme varır. Laplace’ın evren teorisi, gerçekte çeşitli dinlerde ve özellikle Kalvinizmde varolan takdiri ilâhi düşüncesinden farksızdır. Olasılıklar Üzerine Felsefi Denemeler adlı eserinde Laplace şöyle yazar: Verili bir anda, Doğayı hareket ettiren tüm kuvvetleri ve onu oluşturan varlıkların karşılıklı konumlarını bilen bir zihin, eğer elinin altındaki verileri bir analize tâbi tutmaya yetecek kadar engin olsaydı, evrenin en büyük kütlelerinin ve en hafif atomlarının hareketini tek bir basit formülde yoğunlaştırabilirdi: Böyle bir zihin için hiçbir şey belirsiz olamazdı; ve tıpkı geçmiş gibi gelecek de gözlerimizin önünde canlanıverirdi.

Mekanik yöntemden kaynaklanan zorluklar 19. yüzyıl fiziğine 18. yüzyıldan miras kaldı. Bu yaklaşımda, zorunluluk ve tesadüf birbirini dışlayan değişmez karşıtlıklar olarak ele alınıyordu. Bir şey veya bir süreç ya tesadüfi idi ya da zorunlu, ama her ikisi birden olamazdı. Bu yöntem Doğanın Diyalektiği’nde Engels tarafından sıkı bir analize tâbi tutuldu, Engels bu eserinde, Laplace’ın mekanik determinizminin kaçınılmaz olarak kaderciliğe ve mistik bir doğa kavrayışına yol açtığını açıklar: Ve sonra, zorunluluğun bilimsel uğraşın yegâne konusu ve tesadüfün de bilimle ilgili olmayan bir konu olduğu ilân edilir. Yani: Yasalar altına sokulabilen ve böylelikle bilinen şey ilgi çekicidir; yasalar altına sokulamayan ve bu nedenle de bilinemeyen şey konu dışıdır ve ihmâl edilebilir. Bu suretle kesin olarak tam da bilmediğimiz şeyleri araştırmak zorunda olduğuna göre tüm bilim bir sona ulaşır. Bu şu demektir: Genel yasalar kapsamında ele alınabilecek şeyler zorunluluk olarak, ve ele alınamayacak olanlar da tesadüf olarak addedilir. Herkes görebilir ki, bu, açıklayabildiklerini doğal ilân eden ve açıklayamadıklarını da doğaüstü nedenlere atfeden bilim türüyle aynı şeydir; anlaşılmaz nedenlere tesadüf adını mı yoksa Tanrı adını mı taktığım sorusu, söz konusu olan, şeyin bizzat kendisi olduğu sürece tamamıyla birbirinden farksız iki şeydir. Her ikisi de yalnızca şuna denktir: Bilmiyorum ve dolayısıyla bilime ait değildir. Gerekli bağlantının olmadığı yerde bilim son bulur.

Engels, bu tip bir mekanik determinizmin, zorunluluğu fiilen tesadüf düzeyine indirgediğine işaret eder. Eğer her önemsiz olay evrensel çekim yasası kadar zorunlu ve onunla aynı derece önemli ise, o takdirde tüm temel yasalar aynı önemsizlik derecesindedir: Bu anlayışa göre doğada yalnızca basit, dolaysız zorunluluk hüküm sürer. Bir bezelye kabuğunda dört ya da altı değil de beş bezelye tanesinin bulunması, belli bir köpeğin kuyruğunun ne az ne çok tam beş inç uzunluğunda oluşu, belli bir yonca bitkisinin diğerleriyle değil de bir arıyla ve özellikle belli bir arıyla ve belli bir anda döllenmesi, rüzgârda savrulan belli bir karahindiba tohumunun filizlenmesi ve bir başkasının filizlenmemesi, geçen gece sabah saat üçte ya da beşte değil de, saat dörtte, sol baldırımın değil de sağ omzumun bir pire tarafından ısırılması; tüm bunlar, neden ve sonucun değiştirilmez bir zincirlenişinin, sarsılmaz bir zorunluluğun ürettiği olgulardır, öyle bir tabiata sahip bir zorunluluk ki, güneş sisteminin kendisinden türediği gaz küresi bile zaten, bu olayların ancak böyle olması gerektiği ve başka türlü olamayacağı bir şekilde oluşmuştu. Bu tipten bir zorunlulukla da doğanın teolojik kavranışından bir adım öteye gitmiş olmuyoruz. İster Augustine ve Calvin gibi bunu Tanrının ezeli ve ebedi fermanı olarak adlandırın ya da Türkler gibi buna Kısmet deyin, ister bunu zorunluluk olarak adlandırın, hepsi bilim açısından aşağı yukarı aynı şeydir. Bunların hiçbirinde nedenler zincirinin izlenmesi gibi bir sorun yoktur; böylelikle birinde ne kadar bilgeysek diğerinde de ancak o kadar bilgeyizdir, zorunluluk denen şey boş bir laf olarak ve onunla birlikte rastlantı da daha önce neyse o olarak kalır.

Laplace, eğer evrendeki her şeyin nedenlerinin izini sürebilirse tesadüfiliği hepten yıkabileceğini düşünmüştü. Uzun bir zaman boyunca, tüm evrenin işleyişi göreli olarak basit birkaç denkleme indirgenebilir gözüktü. Klasik mekanik teorisinin sınırlarından biri, belli cisimlerin hareketi üzerinde dışsal etkilerin olmadığını kabul etmesidir. Ne var ki gerçekte her cisim diğer bütün cisimler tarafından etkilenir ve belirlenir. Hiçbir şey yalıtık olarak ele alınamaz. Bugünlerde Laplace’ın iddiaları son derece ölçüsüz ve mantıksız olarak görülmektedir. Zaten benzer aşırı ölçüsüzlükler, her kuşağın “nihai gerçeği” elde etmek konusunda kendisine tamamıyla güvendiği bilim tarihinin her aşamasında görülmektedir. Bu da bütünüyle yanlış değildir. Her kuşağın düşünceleri gerçekten de o dönem için nihai gerçektir. Ama böylesi iddialar ortaya atarken aslında tüm söylediğimiz şey şudur: “Şu an sahip olduğumuz bilgiler ve teknolojik yeteneklerimiz itibariyle Doğayı anlamakta ulaştığımız nokta budur.” Bu nedenle, şu an için kendimizi başka bir şeye dayandıramayacağımıza göre bu doğruların bizler için mutlak olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır.

Bir yanıt yazın