Mantık ve Atomaltı Dünya

atomaltiGeleneksel mantığın yetersizlikleri, diyalektik bakış açısından çok uzak başka filozoflar tarafından da kavranmıştır. Genelde Anglo-Sakson dünyasında ampirizme ve tümevarımcı muhakemeye daha büyük bir eğilim olmuştur. Ancak bilim hâlâ, ona kendi sonuçlarını değerlendirmesini sağlayacak ve karışık olgular ve istatistikler yığını arasında onun adımlarına, Ariadne’nin labirentteki ip yumağı gibi kılavuzluk edecek felsefi bir çerçeveye ihtiyaç duymaktadır. Salt “sağduyuya” ya da “olgulara” başvurmak yetmez.

Kıyasçı düşünce, yani soyut tümdengelimci yöntem, Fransız geleneğinde, özellikle Descartes’tan beri, çok yaygındır. Tümüyle farklı olan İngiliz geleneği büyük oranda ampirizmden etkilenmiştir. Bu düşünce okulu, erken bir dönemde, Britanya’dan derin kökler saldığı Birleşik Devletler’e ithal edilmiştir. Bu yüzden, biçimsel-tümdengelimci düşünce tarzı, hiç de Anglo-Sakson entelektüel geleneğinin karakteristiği değildir. “Tam tersine, bilimsel araştırmanın birçok alanında İngilizleri muazzam atılımlar yapmaktan alıkoymayan bu düşünce okulunun, saf kıyasa yönelik bir yüce-ampirik aşağılamayla ayırdedildiğini söylemek mümkündür. Eğer bu, gerçekten olması gerektiği gibi son noktasına kadar götürülecek olursa, kıyasın ampirikçe gözardı edilişinin, diyalektik düşüncenin ilkel bir biçimi olduğu sonucuna varmamak imkânsız olur.” Ampirizm tarihsel olarak hem ilerici (dine ve ortaçağ dogmatizmine karşı mücadelede) hem de olumsuz (materyalizmin aşırı dar yorumu, geniş teorik genellemelere karşı durma) bir rol oynamıştır. Locke’un, insan zekâsında duyulardan türetilmemiş hiçbir şey olmadığı yolundaki ünlü savı son derece doğru bir fikrin nüvesini barındırmaktadır, ama tek yanlı biçimde ortaya konulduğu için, felsefenin sonraki gelişimi üzerinde en zararlısından sonuçlara yol açabilmiş ve açmıştır. “Deneyim yoluyla sağlananlar dışında, dünya hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.” Eğer deneyim, doğrudan beş duyumuzun tanıklığı olarak anlaşılmıyorsa, bu doğrudur. Eğer meseleyi dar ampirik anlamda deneyime indirgersek, o zaman, ne türlerin kökeni konusunda, ne de daha zorlu bir konu olarak yerkabuğunun oluşumu hakkında herhangi bir hükme varmak bizim için imkânsız olur. Her şeyin temelinin deneyim olduğunu söylemek, ya çok şey söylemektir ya da hiçbir şey söylememektir. Deneyim, özne ve nesne arasındaki aktif karşılıklı ilişkidir. Deneyimi bu kategorinin dışında, yani bunun karşısına çıkarılmış ve diğer bir bakış açısıyla bu çevrenin bir parçası olan araştırmacının nesnel maddi çevresi dışında tahlil etmek, bunu yapmak, onu, içinde ne nesnenin ne de öznenin olmadığı, ama sadece deneyime dair mistik bir formülün olduğu şekilsiz bir birlik içinde eritmektir. Böylesi bir “deney” ya da “deneyim” ancak ana karnındaki bebeğe özgüdür, ama ne yazık ki bebek, kendi deneyinin bilimsel sonuçlarını paylaşma fırsatından mahrumdur.

Kuantum mekaniğinin kesinsizlik ilkesi sıradan nesnelere değil, yalnızca atomlara ve atomaltı parçacılara uygulanabilir. Atomaltı parçacıklar “sıradan” dünyanın uyduğu yasalardan farklı yasalara uyarlar. Bu parçacıklar, örneğin saniyede 1500 metre gibi inanılmaz hızlarla hareket ederler. Aynı anda farklı yönlerde hareket edebilirler. Durum böyleyken gündelik deneyimde geçerli düşünce biçimleri artık geçerliliklerini yitirirler. Biçimsel mantık fayda etmez. Onun siyah ve beyaz, ya evet ya hayır, ya kabul edersin, ya vazgeçersin gibi kategorilerinin, bu akışkan, istikrarsız ve çelişkili gerçeklikle hiçbir temas noktası yoktur. Tüm yapabileceğimiz, beraberinde getirdiği sonsuz sayıda olasılıkla birlikte, söz konusu olanın muhtemelen falanca falanca hareket olduğunu söylemektir. Biçimsel mantığın öncüllerinden hareket etmenin uzağında olan kuantum mekaniği, tekil parçacıkların “tekil olmadıklarını” ileri sürerek Özdeşlik Yasasını ihlâl eder. Özdeşlik Yasası bu düzeyde uygulanamaz, çünkü tekil parçacıkların “kimlikleri” saptanamaz. Uzun “dalga mı, parçacık mı” tartışmasının nedeni budur. Her ikisi de olamaz! Burada “A” “A’” olmakta, ve “A” gerçekten aynı zamanda “B” de olabilmektedir. Bu nedenledir ki, bir elektronun konumunu ve hızını, biçimsel mantığın şık ve kesin tarzında “tespit etmek” imkânsızdır. Bu, biçimsel mantık ve sağduyu için ciddi bir sorundur, ama diyalektik ve kuantum mekaniği için değil. Bir elektron hem dalga hem de parçacık niteliklerine sahiptir ve bu deneysel olarak gösterilmiştir.

1932’de Heisenberg, çekirdek içindeki protonların, değiş-tokuş kuvveti dediği bir şey tarafından bir arada tutulduklarını ileri sürdü. Bu, proton ve nötronların sürekli olarak kimlik değiştirdikleri anlamına geliyordu. Verili her parçacık, protondan nötrona ve tekrar geri protona dönüşmek suretiyle sürekli bir akış halindedir. Çekirdek ancak bu şekilde bir arada durmaktadır. Bir proton diğer bir proton tarafından itilme fırsatı bulamadan, bir nötrona, ya da tersi, bir nötron bir protona dönüşmektedir. Parçacıkların kendi karşıtlarına dönüştükleri bu süreç kesintisiz biçimde gerçekleşir, öyle ki, verili bir anda bir parçacığın bir proton mu, yoksa bir nötron mu olduğunu söylemek imkânsızdır. Gerçekte her ikisidir de: hem odur hem değildir. Elektronlar arasındaki kimlik değiş-tokuşu basit bir konum değişimi anlamına değil, “A” elektronunun “B” elektronuyla, diyelim %60 “A” ve %40 “B” (ya da tersi) oranında bir “karışım” oluşturmak üzere karşılıklı iç içe geçtiği karmaşık bir süreç anlamına gelir. Daha sonra onlar, bir yanda “A” ve diğer yanda “B” olmak üzere kimliklerini tümüyle değiştirebilirler. O zaman akış, elektronların kimliklerinin belirsiz bir biçimde sürüp giden ritmik bir karşılıklı değiş-tokuşuyla birlikte, sürekli bir salınım içinde tersine döner. Eski katı, sabit Özdeşlik Yasası, tüm varlığın temelinde yatan ve bilimsel ifadesine Pauli dışlama ilkesinde kavuşan bu tür gelgitli bir değişken kimlik karşısında bütünüyle kaybolur gider. Böylece, 2500 yıl sonra Herakleitos’un “her şey akar” ilkesinin harfi harfine doğru olduğu ortaya çıkar. Burada söz konusu olan yalnızca kesintisiz bir değişim ve hareket değil, aynı zamanda evrensel bir karşılıklı bağıntılılık ve karşıtların birliği ve karşılıklı iç içe geçme sürecidir.

Elektronlar yalnızca birbirlerini karşılıklı olarak koşullandırmakla kalmazlar, onlar gerçekten birbirlerinin içine geçerler ve birbirine dönüşürler. Platon’un statik, değişmeyen idealist evreninden ne kadar da uzak! Bir elektronun konumu nasıl saptanır?
Ona bakarak. Peki momentumu nasıl belirlenir? İki kere bakarak. Ama bu sefer, sonsuz ölçüde küçük bir zaman diliminde olsa bile, elektron değişmiştir ve artık eskiden olduğu gibi değildir. O artık başka bir şeydir. Hem bir parçacık (bir “şey,” bir “nokta”) hem de bir dalgadır (bir “süreç”, hareket, oluş). Vardır ve yoktur. Biçimsel mantığın klasik mekanikte kullanılan eski siyah ve beyaz yöntemi, olgunun gerçek doğası nedeniyle bir sonuç veremez. 1963’te Japon fizikçiler, nötrino olarak bilinen çok küçük parçacığın uzayda çok yüksek hızlarla hareket ederken kimliğini değiştirdiğini ileri sürdüler. Bir noktada bir elektron-nötrinosu iken, diğer bir noktada bir müon-nötrinosu ve bir diğerinde de bir taon-nötrinosu olmaktadır vb. Eğer bu doğruysa, zaten bütünüyle darbe üstüne darbe yemiş olan özdeşlik yasasının, nihai ölüm darbesini almış olduğu söylenebilir. Böyle katı, siyah-beyaz bir tasavvur, açıktır ki, modern bilimce tarif edilmiş, doğanın herhangi bir karmaşık ve çelişkili olgusunun meydan okuması karşısında kifayetsiz kalır.

Bir yanıt yazın