Mach ve Pozitivizm

Ernst-Mach
Ernst Mach

“Bununla birlikte, nesne gerçek hakikattir, temel gerçekliktir; onun bilinip bilinmemesi hiç önemli değildir, bilinmese de vardır ve öylece kalmaya devam eder; oysa bilme, eğer nesne yoksa yoktur.” (Hegel) Geçmişin, şu anın ve geleceğin varlığı, insan bilincine derinden kazınmıştır. Şu anda yaşarız, fakat geçmiş olayları hatırlarız ve belli ölçüde gelecekteki olayları önceden görürüz. Bir “önce” ve bir “sonra” vardır. Yine de bazı filozof ve bilimciler bunu reddediyorlar. Zamanı aklın bir ürünü olarak, bir yanılsama olarak değerlendiriyorlar. Onlara göre, bir gözlemci yoksa, ne zaman vardır, ne geçmiş, ne şu an, ne de gelecek. Bu öznel idealizmin bakış açısıdır, geçen yüzyıllar boyunca özü itibariyle mistik bir dünya görüşüne saygınlık kazandırmak için kendisini fiziğin keşiflerine dayandırma çabası içinde olan bütünüyle akıl dışı ve bilim karşıtı bir bakıştır. 20. yüzyıl bilimi üzerinde en büyük etkiye sahip olan felsefe ekolünün, yani mantıksal pozitivizmin, tam da öznel idealizmin bir dalı olması ironik gözüküyor.

Pozitivizm, bilimin kendisini “gözlenmiş olgulara” dayandırması gerektiğini savunan dar bir görüştür. Bu ekolün kurucuları, teorileri doğru ya da yanlış olarak nitelemekten kaçınırlar, bunun yerine onları daha çok ya da daha az “kullanışlı” olarak tanımlamayı tercih ederlerdi. Ernst Mach’ın, yeni-pozitivizmin bu gerçek manevi babasının, fizik ve kimyanın atom teorilerine karşı çıktığına işaret etmek ilginç olacaktır. Pozitivist bakışın dar ampirizminin doğal sonucuydu bu. Atom görülemediğine göre nasıl varolabilirdi ki? Atom, bunlar tarafından, en iyisinden, kullanışlı bir kurgu olarak, en kötüsünden ise, kabul edilemez bir dışsal hipotez olarak değerlendirildi. Mach’ın düşünsel ortaklarından Wilhelm Ostwald, temel kimya yasalarını atom hipotezinin yardımı olmaksızın türetmeye girişmişti!

Boltzmann, kuantum fiziğinin babası olan Max Planck’ın da yaptığı gibi, Mach’ı ve Pozitivistleri keskin bir şekilde eleştirdi. Lenin, Mach’ın ve ampiryo-kritisizm okulunun kurucusu olan Richard Avenarius’un görüşlerini, Materyalizm ve Ampiryo-Kritisizm (1908) adlı kitabında yerle bir eden bir eleştiriye tâbi tuttu. Yine de, Mach’ın görüşlerinin büyük bir etkisi vardı ve başkalarının yanı sıra genç Albert Einstein’ı da etkilemişti. Tüm düşüncelerin “verili” olandan, yani duyularımız tarafından doğrudan sağlanan bilgilerden türetilmesi gerektiği şeklindeki görüşü temel alarak, insanın duyusal algısından bağımsız bir doğal evrenin varlığını reddetme noktasına çıktılar. Mach ve Avenarius fiziksel nesnelerden “duyu kompleksleri” olarak bahsederler. Böylece, meselâ, bu masa, sertlik, renk, kütle vesaire gibi duyu-izlenimleri toplamından başka bir şey değildir. Bunlar olmaksızın, geriye hiçbir şeyin kalmayacağını savunurlar. Bu nedenle, madde düşüncesinin (felsefi anlamda, yani duyusal algı olarak edindiğimiz nesnel dünya anlamında) anlamsız olduğu ilân edildi.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, bu düşünceler doğrudan tekbenciliğe (solipsizm) –yalnızca “Ben”in varolduğu düşüncesine– götürür. Eğer Ben gözlerimi kaparsam, dünyanın varlığı sona erer. Mach, Newton’un uzay ve zamanın mutlak ve gerçek varlıklar olduğu şeklindeki düşüncesine saldırdı, ama bunu öznel idealist bir kalkış noktasından yaptı. İnanılmaz bir şekilde, modern felsefenin en etkili (ve bilimciler üzerinde en büyük etkiye sahip) ekolü, Mach ve Avenarius’un öznel idealizminden türetilmiştir. Tüm 20. yüzyıl teorik fiziğinin ortak paydası olan “gözlemci” saplantısı, Ernst Mach’ın öznel idealist felsefesinden türetilmektedir. “Tüm bilgimizin doğrudan duyusal algıdan türediği” şeklindeki ampirist argümanı kendisine kalkış noktası olarak alan Mach, nesnelerin bizim bilincimizden bağımsız olarak varolamayacağını ileri sürdü. Bunu mantıksal sonuçlarına götürdüğümüzde, örneğin, dünyayı gözleyecek insanların ortaya çıkmasından önce dünyanın varolamayacağını söylemek zorunda kalırız. Aslında dünya, Ben ortaya çıkmadan önce varolamazdı, çünkü Ben yalnızca kendi algılarımı bilebilirim ve bu nedenle de herhangi bir başka bilincin oluğundan emin olamam. Burada önemli olan şey, bizzat Einstein’ın da başlangıçta bu argümanın etkisinde kalmış olmasıdır, bu anlayış Einstein’ın görelilik üzerine kaleme aldığı erken yazılara sinmiştir. Hiç kuşku yok ki, bunun en zararlı etkileri modern bilim üzerinde olmuştur.

Karl Popper
Karl Popper

Einstein kendi yanlışını kavrama yeteneğindeyken ve bu yanlışı düzeltmeye girişirken, efendileri kölece izleyen diğerleri sapla samanı birbirinden ayırmaktan acizdiler. Çoğu kez olduğu gibi, hevesli çömezler dogmatikler haline gelirler. Kraldan çok kralcılardır! Otobiyografisinde Karl Popper, Einstein’ın son yıllarında daha önceki öznel idealizminden ya da doğal süreçleri belirlemek için bir gözlemcinin varlığını gerektiren “işlemciliğinden” büyük pişmanlık duyduğunu açıkça gösterir: Bizzat Einstein’ın yıllar boyunca dogmatik bir pozitivist ve bir işlemci olması çarpıcı bir olgudur. Daha sonra bu yorumu reddetmişti: 1950’de bana, yaptığı yanlışlardan hiçbirinden bu yanlış kadar pişman olmadığını anlatmıştı. Bu yanlış, popüler olan Görelilik: Özel ve Genel Teori adlı kitabında gerçekten de ciddi bir biçime bürünür. Orada, “bu noktaya ikna oluncaya dek okuyucunun daha fazla ilerlememesini rica edeceğim” diye yazar. Sözü edilen nokta, kısaca, “eşzamanlılık”ın tanımlanmış olması –ve işlemsel bir tarzda tanımlanmış olması– gerektiğidir, çünkü aksi takdirde “eşzamanlılık ifadesine bir anlam yükleyebildiğimi hayal ettiğimde … kendimi aldatmama izin vermiş olurum”. Ya da diğer bir deyişle, bir kavram işlemsel olarak tanımlanmak zorundadır, aksi takdirde anlamsızdır. (Buradaki fikir, az ve öz olarak, daha sonraları Viyana Çevresince, Wittgenstein’ın Tractatus’unun etkisi altında ve oldukça dogmatik bir tarzda geliştirilen pozitivizmdir). Bu önemlidir, çünkü Einstein’ın en sonunda görelilik teorisinin öznel yorumunu reddettiğini gösterir. Belirleyici bir faktör olarak “gözlemci” hakkındaki tüm saçmalıklar teorinin özsel bir parçası değil, Einstein’ın da dürüstçe doğruladığı gibi, felsefi bir yanlışın yansımasıydı sadece. Ne yazık ki bu, Einstein’ın takipçilerini yanlışları devralmaktan ve bu yanlışların göreliliğinin temel köşe taşı olarak sunulduğu bir noktaya kadar götürmekten alıkoymadı. Heisenberg’in öznel idealizminin gerçek kaynağını da burada buluyoruz. Şöyle devam ediyor Popper:: Ama birçok mükemmel fizikçi, (tıpkı Einstein’ın da uzun bir süre yaptığı gibi) göreliliğin bütünsel bir parçası olarak ele aldıkları Einstein’ın işlemciliğinden büyük ölçüde etkilenmişlerdi. Ve böylece işlemcilik, Heisenberg’in 1925’teki makalesinin ve yaygın kabul gören iddiasının, yani bir elektronun izlediği yolun, ya da onun klasik konum-momentumunun anlamsız olduğu iddiasının ilham kaynağı haline gelmişti.

Zamanın, doğadaki nesnel süreçleri yansıtan nesnel bir olgu olduğu gerçeği, ilk olarak, 19. yüzyılda geliştirilen ve modern fizikte halen merkezi bir rol oynayan termodinamik yasaları tarafından gösterilmişti. Özellikle Boltzmann’ın geliştirdiği biçimiyle bu yasalar, zamanın yalnızca nesnel olarak varolduğu düşüncesini değil, onun tek yönde, geçmişten geleceğe doğru aktığını da kesin olarak saptar.

Bir yorum “Mach ve Pozitivizm”

  1. Gerçeklik ve Gerçek

    Doç. Dr. Haluk BERKMEN

    Varlığın ne olduğu en kadim dönemlerden bu yana, tüm felsefe ile ilgilenenlerin merak edip araştırdıkları bir konu olmuştur. Kadim Yunan düşünürleri bu önemli konuya Ontoloji adını vermişlerdir. Varlık-bilimi anlamına gelen Ontoloji varlığın gerçekliğini, varlığın oluşumunu ve gerçeğin ne olduğunu sorgular.

    Varlığın gerçekliği ile kastedilen: insan bilincinin dışında kalan bağımsız bir gerçekliğin bulunduğu varsayımıdır. Bu varsayımla bilinç ve bilincin dışındaki her şey diye iki gerçeklik alanı tanımlanmış olur. Ancak bu ikisi birbirlerinden tümüyle bağımsız değildir. Çünkü insan, bilincini ve bilgisini kullanarak gerçeklik alanında değişiklikler yapabilir. Modern teknoloji sayesinde kullandığımız aletler hem bilincin ürünüdürler, hem de bilincin dışındaki doğayı etkileyerek gerçeklik alanını değiştirmişlerdir. Bu bakımdan “bilinç ile bilinç dışı iç-içe geçmiş, birbirlerini dönüştüren alanlardır” denebilir.

    Bu tanıma göre gerçeklik (reality) ve gerçek (truth) kavramlarını karıştırmamak gerekir. Gerçeklik tümel, gerçek ise yerel ve ussaldır. Ancak her ikisi de iç-içe geçmiş kavramlardır. “Şu masa gerçektir” dediğim vakit, karşımda duran yerel bir varlıktan söz ediyorum. Ama aynı zamanda “masa” sözüyle tümel bir gerçeklik olan masa kavramından söz ediyorum. Bu açıdan bakıldığında varlık kavramı gerçeklikle, var olanlar ise gerçekle ilişkilidir.

    Tümel olan “gerçeklik” kavramı soyut ve metafizik bir kavram olduğundan, hakikat sözünün daha yerinde ve uygun olacağı görüşündeyim. Çünkü hakikat sözünde hem Hakk (Tanrı) hem de hak (adalet) kavramları gizlidir. Her iki sözcük de tümel kavramlar olup, bir yandan kültürden bağımsız “ilahi adaleti” diğer yandan kültüre bağımlı “dünyevi adaleti” içerir. Hakikat bilgisine ulaşmak demek, bu iki adaleti birleştirip yeryüzünde olması gereken “evrensel adalet” kavramını uygulayabilmek demektir.

    Bir de ‘gerçek’ vardır ki bu da genelde gerçeklikle karıştırılır. Gerçek somuttur ama bilinçten tümüyle bağımsız değildir. Hem göz önünde olandır, hem de zihnin ürünüdür. Kuzey kutbuna yakın yaşayan İnuik (Eskimo) dilinde 100 değişik kar görüntüsü tanımlıdır. Onlar için her bir kar yağışı ayrı ve somut –gerçek- bir görüntü olup, her biri zihinde belirgin ve farklı bir imge oluşturur. Oysaki kutuptan güneye doğru indikçe 100 farklı kar tanımı gittikçe azalır ve nihayet, “lapa lapa kar yağıyor” veya “dolu yağıyor” şeklinde iki tanıma indirgenir.

    Ussal ve kültürel olan gerçek kavramı Anadolu bilgelerini de yakından ilgilendirmiştir. Örneğin, “dert” kavramı hem fiziksel hem de zihinseldir, yani ussaldır. Bir hastalık veya bedensel bir dert kişiseldir ve gerçektir. Bir insanın kişisel derdini başka bir kişi tam olarak algılayamaz. Onun içindir ki günümüzün tıp doktorları hastanın sözel ifadelerinden çok analiz sonuçlarına önem verirler. Fakat bu bakış ve teşhis anlayışı insanı bir nesneye, ruhsuz ve duygusuz bir bedene dönüştürmüştür. Artık doktor karşısında hasta kişi bir “insan” olmaktan çok sömürülecek bir müşteri durumuna indirgenmiş durumdadır.

    Gerçek olanı yorumlarken pozitivist bakışın kısıtlayıcı sınırlarını aşarak insanın hem duyularına hem de duygularına önem vermenin gerektiği görüşündeyim.

Bir cevap yazın