Görelilik Paradoksu

Özel görelilik teorisi bilimin en büyük başarılarından biriydi. Evrene bakış tarzımızı o denli devrimcileştirmişti ki, ancak dünyanın yuvarlak olduğunun keşfedilmesiyle karşılaştırılabilirdi. Göreliliğin, kısmen yerine geçtiği eski Newton yasalarından çok daha kesin bir ölçüm yöntemi inşa etmesi, devasa ileri adımlar atılmasını da olanaklı kıldı. Ne var ki, zamana ilişkin felsefi sorun Einstein’ın görelilik teorisiyle ortadan kaldırılmış değildir. Eğer yeni bir şey varsa, o da bu sorunun eskisinden çok daha keskin hale gelmesidir. Daha önce de açıkladığımız gibi, zamanın ölçülmesinde öznel ve hatta keyfi bir yön olduğu açıktır. Ancak bu, zamanın salt öznel bir şey olduğu sonucuna çıkmaz. Einstein’ın tüm yaşamı, doğanın nesnel yasalarının peşinden gitmeye adanmıştı. Sorun, zaman da dahil olmak üzere doğa yasalarının, herkes için, nerede olduklarından ve hangi hızda hareket ettiklerinden bağımsız olarak, aynı olup olmadığıdır. Bu sorunda, Einstein bocalamıştır. Bazen bunu kabul eder gözükmüş, bazen de reddetmiştir. Doğanın nesnel süreçleri, kendilerinin gözleniyor ya da gözlenmiyor oluşlarınca belirlenmez. Kendilerinde ve kendileri için vardırlar. Evren ve bu nedenle de zaman, onları gözlemleyecek insanoğlu olmadan önce de vardı ve onlarla kendini meşgul edecek insan kalmadığında da varolmayı sürdürecektir. Maddi evren, ölümsüz, sonsuz ve sürekli değişim halindedir. Bununla birlikte, insan aklının evreni kavrayabilmesi, onun bizim için bir gerçeklik haline gelebilmesi için, onu parçalı kavramların diline çevirmek, analiz etmek ve ölçmek gerekir. Evreni gözleyiş tarzımız (gözlenmekte olan şeye müdahale edecek fiziksel süreçler içermediği sürece) onu değiştirmez. Ancak onun bize görünüş tarzı gerçekten de değişebilir. Bizim açımızdan, dünya durgun gözükür. Fakat dünyamızdan uzaklaşmakta olan bir astronot açısından, dünya, yanından hızla fırlayıp geçen bir şey olarak görünür. Çok ince bir espri anlayışına sahip görünen Einstein’ın, bir keresinde şaşkın bir bilet kontrol memuruna, “Oxford bu trene kaçta varıyor?” diye sorduğu söylenir.

Einstein, fizik yasalarını farklı cisimlerin hareketlerinden ya da bunlardan türeyen “bakış açılarından” bağımsız olarak, öngörülerin her zaman doğrulanabileceği bir tarzda yeniden yazmayı amaçlamıştı. Görelilik açısından, düz bir çizgi üzerindeki düzgün hareket durgun olmaktan farklı değildir. İki cisim birbirlerini sabit hızla geçtiklerinde, A’nın B’yi geçtiğini ya da B’nin A’yı geçtiğini söylemek aynı ölçüde mümkündür. Böylelikle, dünyanın hem durgun hem de aynı zamanda hareketli olduğu şeklinde açık bir çelişkiye varırız. Astronot örneğinde, … dünyanın büyük bir hareket enerjisine sahip olduğunu ya da hareket ve enerjiye sahip olmadığını söylemek aynı anda doğru olmak zorundadır; astronotun bakış açısı en azından dünyadaki eğitimli herhangi bir insanın bakış açısı kadar geçerlidir. Apaçık görünmesine rağmen, zamanın ölçülmesi yine de bir sorun teşkil eder, çünkü zamanın değişim oranı başka bir şeyle karşılaştırılmak zorundadır. Eğer mutlak zaman var ise, o takdirde bu da akmak ve bu nedenle de başka bir zamana göre ölçülmek zorundadır, ve bu böyle sürer gider. Yine de, bu sorunun yalnızca zamanın ölçülmesiyle ilişkili olarak ortaya çıktığını kavramak önemlidir. Bizzat zamanın doğası felsefi sorunu buna girmez. Hesap ve ölçmenin pratik amaçları bakımından, özel bir referans sisteminin tanımlanmış olması esastır. Gözlemcinin gözlenen olguya göre konumunu bilmek zorundayız. Görelilik teorisi, “bir ve aynı yerde” ve “bir ve aynı anda” gibi ifadelerin aslında anlamsız olduğunu göstermektedir.

Görelilik teorisi bir çelişki barındırır. Eşzamanlılığın bir eksen dizgesine göre olduğuna işaret eder. Eğer bir eksen dizgesi bir başkasına göre hareketliyse, birincisine göre eş zamanlı olan olaylar, ikincisine göre eş zamanlı olmayacaklardır, ve tersi. Sağduyuya meydan okuyan bu gerçek, deneysel olarak kanıtlanmış bulunmaktadır. Ne yazık ki, bu durum zamanın idealist bir tarzda yorumlanışına da açıktır, örneğin çeşitli “şu anların” olabileceği iddiası gibi. Üstelik gelecek, zamansal kesiti ya da “zaman dilimi” olan dört boyutlu cisimler olarak “husule gelen” şeyler ve süreçler biçiminde resmedilebilir. Bu sorun bir çözüme bağlanmadıkça, her türlü hata yapılabilir: Örneğin, tıpkı üzerinden bir dalga aşıp geçtiğinde suya batmış bir kayanın bir anda görünmesi gibi, geleceğin zaten varolduğu ve “şimdi”de aniden somutlaştığı düşüncesi. Aslında, hem geçmiş hem de gelecek bugünde birleşmiştir. Gelecek potansiyel olarak vardır. Geçmiş ise çoktan olmuş olandır. “Şimdi” her ikisinin de birliğidir. O, potansiyel olana karşıt olarak gerçek olandır. Tam da bu nedenle, geçmişten pişmanlık duyma ve gelecekten korkma hissi yaygındır, tersi değil. Pişmanlık hissi, geçmişin ebediyen yitirildiğinin farkına varmaktan kaynaklanır, insanın tüm deneyimi bunu teyit eder, gelecek ise çok sayıda potansiyel durumu içeren bir belirsizliktir.

Benjamin Franklin bir keresinde, bu yaşamda yalnızca iki şeyin kesin olduğunu söylemişti, ölüm ve vergi. Almanların da bir atasözü vardır: “Man muss nur sterben”, “insan yalnızca ölmek zorundadır”, yani geri kalan her şey isteğe bağlıdır. Şüphesiz, gerçekte doğru değildir bu. Ölümden ve hatta vergilerden başka birçok şey de kaçınılmazdır. Pratikte biliyoruz ki, sonsuz sayıda potansiyel durumdan yalnızca belli bir kısmı gerçekten olanaklıdır. Bunların içinden daha da az bir kısmı ise verili anda olasıdır. Ve bu sonunculardan, en nihayet, yalnızca biri gerçekten meydana gelir. Bu sürecin ortaya çıkışının kesin biçiminin üstündeki perdeyi aralamak tam da çeşitli bilimlerin görevidir. Ama eğer olayların ve süreçlerin zaman içinde ortaya çıktığını ve zamanın da madde ve enerji değişimlerinin tüm biçimlerinin en temel gerçeğini ifade eden nesnel bir olgu olduğunu kabul etmezsek, bu görevi başarmanın imkânsız olduğu anlaşılacaktır. Maddi âlem sürekli bir değişim durumundadır ve bu nedenle “hem vardır hem yoktur”. Bu, diyalektiğin temel önermesidir. İngiliz-Amerikalı Alfred North Whitehead ve Fransız sezgici Henry Bergson gibi filozoflar, zamanın akışının, ancak bilimsel olmayan sezgiyle kavranabilecek metafizik bir olgu olduğunu savundular. Bu tip “süreç filozofları”, mistik imalarına rağmen, en azından, geleceğin açık ya da belirlenmemiş olduğunu, geçmişin ise değiştirilemez, sabit ve belirlenmiş olduğunu söylerlerken haklıdırlar. Bu, “dondurulmuş zaman”dır. Öte yandan, gelecekte olayların olabileceğini, ama bunların geçmiş olaylarla yeterli bir yasallıkla ilişkilendirilemeyeceğini savunan “çeşitlilik filozofları” da vardır. Felsefi olarak yanlış bir zaman fikrinin peşine takılarak bütünüyle mistisizme batarız.

Bir yorum “Görelilik Paradoksu”

  1. Sınırlarımızı Oluşturan Mantığımızdır

    Doç. Dr. Haluk Berkmen

    Belli bir ağırlığı, hacmi, rengi olan ve öznenin dışında kalan her cansız varlığa nesne denir. Aristoteles (M.Ö. 384 – M.Ö. 322) nesnelerin 10 tane “kategorya” adını verdiği özellikle tanımlanabileceğini ileri sürmüştür. Bu özellikler şunlardır:
    1. Cevher, 2. Nicelik, 3. Nitelik, 4. Görelik, 5. Mekân, 6. Zaman, 7. Durum, 8. Pozisyon, 9. Etki, 10. Edilgi.
    Bu 10 tane kategoriden hangileri sınırlı, hangileri sınırsızdır. Nicelik sayısal bir değer olduğundan sınırlıdır. Nitelik renk, koku gibi tanımlı özellikler içerdiğinden sınırlıdır. Görelik özelliği bağımsız olmayıp bir diğer şeye göre tanım içerdiğinden, bu kategorya da sınırlıdır. Keza mekân, zaman, durum ve pozisyon da sınırlı özellikleri tanımlamaya yararlar. Bir nesnenin edilgi olabilmesi için belli bir sınırı olması gerektiğinden, sınırsız olma özelliği içeren sadece iki kategori kalıyor. Bunlar: Cevher ve Etki kategorileridir.
    Cevher: Varlığını devam ettirmek için kendinden başka bir var olana ihtiyacı olmayan, kendi özü ile varlığını sürdüren şey olarak tanımlanabilir. Bu tanımda “şey” anlam olarak nesne olsa da, bir olgu (fenomen) özelliğini taşır. Olgu bir konuyu başlatan, geliştiren, sonuca ulaştıran olayların sıralanmasından oluşan durumdur. Şu halde cevher veya töz, canlı cansız tüm var olanların başlamasına, gelişmesine ve sonuca ulaşmasına neden olan esas kaynaktır.
    Cevherin başlangıcından veya sonundan söz edilemez, zira töz bütünsellik içeren bir olgudur. Cevher azalıp çoğalamaz, parçalara ayrılamaz ve karşıtı da yoktur. Şu halde cevher sınırsızdır ve bu yüzden tanımsızdır. Cevhere modern bilim “Enerji” diyor. Enerji yok edilemez, yoktan da var edilemez. Enerji daima sabit kalır ama sınırsız olduğundan şekil değiştirir. Mekanik enerji ısı enerjisine, kinetik enerji potansiyel enerjiye dönüşebilir, fakat toplam enerjide azalma veya artma olmaz. Fizik bilimi enerji türlerinden söz etse de enerjinin özünden söz etmez, edemez. Cevher (töz) de enerji gibi ne yoktan var olabilir ne de yok olup kaybolabilir. Cevherin sınırlarından söz etmek mümkün değildir. Ancak enerji gibi, cevherin en önemli özelliği etkin olmasıdır.
    Etki: Bir tesir veya bir kuvvet olarak beliren olguya etki diyoruz. Etkinin fiziksel olması da gerekli değildir. Bir kişiye söylenen bir söz çok güçlü bir etki yaratabilir. Demek ki etki, birtakım sonuçlar, tepkiler, olaylar ya da görüngüler ortaya çıkarabilmektedir. Gerek doğa olaylarının gerekse insanın etki yaratma kapasitesi (yeteneği) vardır. Şu halde etkinin de sınırı yoktur. Fizik biliminde etkiye momentum veya impuls denir ve her iki kavramın da matematik tanımları yapılır. Ancak etki kavramında nesneler arası etkileşimi aşan ruhsal veya tinsel bir özellik bulunduğundan dolayı, “etkinin sınırı yoktur” denebilir.
    İnsan etki edebilen ve etki altında kalan tinsel bir varlıktır. İnsan etki altında kalıyorsa bir sınırı var demektir. Zira ancak sınırı olan bir nesneye veya canlıya dıştan etki edilebilir. Sınırı olmayan veya sınırı tanımlanamayan bir varlığı etkilemek mümkün değildir. İnsandaki sınırlar zihinsel ve tinseldirler. Bu sınırlar insanların düşünce ufkunu daraltır ve gerçekleri görmesini engeller. Toplumdaki gelenekler, görenekler, örfler ve adetler insanlarda gözle görünmeyen zihinsel sınırlar oluştururlar. Toplum kurallarıyla sınırlanmış ve bir bakıma şartlanıp uyuşmuş bir beyin, düşünüp sorgulama yetisini büyük çapta kaybeder. Böyle bir beyne sahip insan etki-tepki yasasına uygun yaşar ve bu tür şuursuz davranışlarını “haysiyet” veya “izzet-i nefis” kılıfı ile örter. Oysaki sorgulayan ve eleştiren insan açıktır ve ayıktır.
    Katı kurallar içinde yaşayan ve çevresinde sınırlar çizen insanın güçlü bir ego sahibi olduğunu söyleyebiliriz. Zira ego bir yandan benliğimizi korumaya çalışırken diğer yandan bize gereksiz sınırlar çizer. Egonun koyduğu sınırlar aşırı derecede kısıtlayıcı olduğunda insan ya aşırı baskıcı olur veya aşırı derecede korunmacı. Her iki davranış tarzı da özgürlükleri kısıtlar. Aşırı baskıcı insan çevresindeki insanların özgürlüğünü kısıtlarken, aşırı korunmacı insan kendi özgürlüğünü kısıtlar. Önemli olan, nerede ve ne kadar kendimizi kontrol edip sınırlamamız gerektiğinin bilincine varabilmektir. Genelde aşırı özgürlük seçim fazlalığı ile el-ele gider. Eğer insanın, herhangi bir konuda, seçenekleri fazla ise tereddüde düşmesi ve seçimini geciktirmesi doğaldır. Tereddüdün nedeni de bilgisizliğin sonucu oluşan bir kararsızlıktır. Oysaki az seçimi olan ve ne istediğini bilen insan için ne tereddüt söz konusudur, ne de kararsızlık. Seçim fazlalığı keyfiliği ve aşırı umudu körükler. Umudun fazlalığı ise ego denen bencilliği güçlendirir. Oysaki şuurlu bir farkındalık sahibi isek, seçim yapacak bir durum kalmaz. Yapılan seçim zorunlu bir seçim olacağından egonun şişmesi gerçekleşmez. Farkındalığı yüksek insan, kendi seçimiyle olaya veya duruma cesaretle katılır ve gerekeni anında yapar. Gerekeni anında yapma cesareti olan insan özgürdür.
    Zira “Özgürlük, bilincine varılmış bir zorunluluktur”. Bu tür bir zorunluluk sorumluluktan kaynaklanır. Sorumlu insan eylemlerinde özgürdür ama aynı derecede ahlaklı davranmaya ve kendini kontrol etmeye de önem verir. Gerçek ahlâk, dış kurallardan kaynaklanmayan, içten gelen ve sorumluluk içeren ahlâktır.
    Bilim tarafsız kalmak iddiasında olduğundan bilim insanı gözlemi tercih eder ve her gözlemde bir miktar katılım olduğunu da unutur. Modern Kuantum kuramı gözleyen ile gözlenenin birbirlerini etkilediklerini savunur. Eğer bilim insanı olaylara katılımla yaklaşmayı başarırsa ve ikili ayırımcı mantığın yetersizliğini kavrarsa arif bir insana dönüşür. Arif olan olaylara bütünsel ve kapsayıcı bir bakışla katılabilen kişidir. Dolayısıyla bilim insanı varsayımlarıyla sınırlı, arif kişi ise sınırsızdır. “Arif olan anlar” sözü de bu sınırsızlığa işaret eder.
    Âlimin uğraşı alanına İlim, arifin uğraşı alanına ise Marifet denir. Aradaki fark birinde (ilimde) ayırımcı düşüncenin ve gözleyen-gözlenen ayırımının bulunuşu, diğerinde ise bütüncül bakışın ve sezginin bulunuşudur. Marifet sahibi kişi düşünerek marifetini ortaya koymaz. Marifet, sezginin yardımıyla, bir anda ve düşünmeden ortaya çıkar. Bunun nasıl çıktığını arif olan kişi de anlayamaz, çünkü akıl ve mantıkla bu durumu açıklayamaz. Sanat alanında marifetin belirmesine “ilham geldi” diyoruz. Şair ilham bekler, ressam ilham bekler, besteci ilham bekler. Fakat bu ilham denen yeti beklemekle ortaya çıkmaz, aniden bir şimşek parlaması gibi belirir. Bu tür bir şimşek parlamasına farkındalık diyoruz. Japon mistikleri aniden gelen farkındalığa “satori”, Hint mistikleri ise “prajna paramita” diyorlar.
    Prajna paramita “Aşkın bilgeliğin mükemmelliği” demektir. Aşkın olabilmek için ise her türlü sınırdan ve kısıtlayıcı düşünceden kurtulmuş olmak gerekir. Buna bir bakıma tam özgürlük de diyebiliriz. Tam özgürlüğe kavuşmuş insan için “gerçek” sadece beş duyumuza hitap eden olaylar ve olgular değildir. Beş duyunun ötesinde de bir gerçekliğin olduğunu kavrayabilmek için öncelikle mantığımızı değiştirmemiz veya düşüncemizin sınırlarını genişletmemiz gerekir. Günümüzde geçerli olan Aristo’nun ikili “ya-veya” mantığı gerçeği tam olarak kavramamıza yetmiyor. Yeni bir mantığa gerek olduğu görüşündeyim. Bu da Aristo mantığını aşan “Hem-hem” mantığıdır. Hem-hem Saçaklı mantık değildir, zira saçaklı mantık olasılık hesabını kabul eder ve “tüm olasılıkların toplamı bire eşittir” der. Yani, kapalı bir sistem öngörür ve sınırlıdır. Saçaklı mantık sadece sonlu ve sınırlı problemleri çözmekte başarılıdır.
    Hem-hem mantığında birlik ve bütünlük vardır ve dolayısıyla bu mantık sınır kabul etmez. Karşıt kavramlar birbirleri ile birleşmiş ve ayrılmaz bir bütün oluşturmuş durumdadırlar. Başka bir ifade ile Hem-hem mantığında ayırımsız sınırsızlık vardır. İşte birkaç örnek:
    • Her nesne hem parçacık hem dalgadır.
    • Her insan hem güzel hem çirkindir.
    • Her önerme hem doğru hem yanlıştır.
    • Teknoloji hem faydalı hem zararlıdır.
    • Var olanlar hem bağımlı hem bağımsızdırlar.
    • Zaman hem sürekli hem süreksizdir.
    • Doğa hem belirli hem de belirsizdir.
    • Bütün parçalarının hem toplamıdır hem de toplamı değildir.
    • Etkiler hem yerel hem de tümeldir.
    Bu mantıkta ne mutlaklık ne de görelilik vardır. Her durum ve olay bütüncül ve ayırımsız bir bakışla yorumlanıp değerlendirilir. Doğada her an her şey değişmekte ve dönüşmektedir. Bu döngünün farkına varabilen insanlar akışa uyum sağlayarak sınırlarını genişletirler. Sınırlarını genişletebilmiş olanlar ise mantıklarını değiştirmiş olanlardır.
    • Mantığımızı değiştirirsek dünyaya bakışımız ve yaşantımız değişir.
    • Mantığımızı değiştirerek kendimizi tedavi edebiliriz.
    • Mantığımızı değiştirirsek mutlu oluruz ve depresyon yaşamayız.
    • Mantığımızı değiştirirsek çevremiz ve ilişkilerimiz değişir.
    • Mantığımızı değiştirirsek sınırlarımız değişir.

Bir cevap yazın