Dilin Doğuşu

dil-olusumuBebekler, konuşma tam olarak gelişmeden önce, isteklerini dışa vurmak için göz teması, çığlıklar ve vücut dilinin diğer öğeleri gibi her türden işareti kullanırlar. Aynı şekilde, ilk hominidlerin de konuşmadan önce birbirleri arasında işaretleşmek için başka araçları kullanmış olmaları gerektiği açıktır. Bu tür bir iletişim diğer hayvanlarda ve özellikle üst primatlarda da mevcuttur, ama konuşma yalnızca insanlara özgüdür. Çocuğun, dilin altında yatan karmaşık kalıplar ve mantıkla birlikte konuşmaya hakim olmak için verdiği uzun mücadele bilincin edinilmesiyle eşanlamlıdır. Benzer bir yol ilk insanlar tarafından da kat edilmiş olmalıdır. İnsan bebeğinin gırtlağı, insansı maymunlar ve diğer memelilerdeki gibi, ses oluğu aşağıda olacak şekilde düzenlenmiştir. Bu yolla hayvanlarınkine benzer çığlıklar atabilir, ama henüz düzgün konuşamaz. Bunun avantajı, boğulmaksızın aynı anda hem çığlık atabilmesi hem de yemek yiyebilmesidir. Daha sonra ses oluğu evrim boyunca gerçekleşen bir süreci yansıtarak yukarı doğru hareket eder. İnsan konuşmasının, birçok geçişsel biçim olmaksızın bir çırpıda ortaya çıkmış olması düşünülemez. Konuşmanın gelişimi, tıpkı insan bebeğinin gelişiminde gördüğümüz gibi, hiç kuşkusuz hızlı gelişim dönemlerini de içeren milyonlarca yıllık bir süreye yayılmıştır.
Devamını oku “Dilin Doğuşu”

Dil ve Düşünce Gelişimi

Genel olarak insan düşüncesinin gelişimiyle insan bireyinin dil ve düşüncesinin çocukluk ve ergenlikten yetişkinliğe varan süreç içindeki gelişimi arasında belli bir benzerlik göze çarpar. Tıpkı embriyonun ana rahmindeki gelişmesinin tarihçesinin, hayvan atalarımızın solucandan başlayarak milyonlarca yıla yayılan bedensel evrim tarihinin kısaltılmış bir tekrarından ibaret olması gibi, insan yavrusunun zihinsel gelişimi de, atalarımızın, en azından daha yakın olanlarının, zihinsel gelişiminin daha da kısaltılmış bir tekrarından ibarettir.
Devamını oku “Dil ve Düşünce Gelişimi”

Zorunluluk ve Rastlantı Konusunda Hegel

Hegel

Varlığın doğasını tüm farklı dışavurumlarında analiz etmekle Hegel, muhtemel olanla gerçek olan arasındaki ve aynı zamanda zorunluluk ile rastlantı (“tesadüf”)arasındaki ilişkiyle ilgilenir. Bu sorunla bağlantılı olarak, Hegel’in en ünlü (ya da namlı) ifadelerinden birine açıklama getirmek önem taşır: “Ussal olan gerçektir ve gerçek olan ussaldır.” İlk bakışta, bu ifade gizemli ve aynı zamanda da gerici görünür, çünkü varolan her şeyin ussal ve bu nedenle meşru olduğunu ima ediyor gibidir. Ne var ki, hiç de Hegel’in kastettiği şey değildir: Oysa, Hegel’e göre gerçeklik, hiçbir şekilde, her koşulda ve her zaman, toplumsal ya da siyasal olayların verili bir durumunun öngörülebilir bir niteliği değildir. Tersine. Roma Cumhuriyeti gerçekti, ama onun ayağını kaydıran Roma İmparatorluğu da. 1789’da Fransız monarşisi o kadar gerçekdışıydı, yani tüm zorunluluktan o kadar yoksun, o kadar akıldışıydı ki, Hegel’in her zaman büyük bir coşkuyla sözünü ettiği Büyük Devrim tarafından yıkılmak zorundaydı. Bu nedenle bu durumda, monarşi gerçekdışı ve devrim de gerçekti. Böylece, gelişimin ilerleyişi içerisinde, önceleri gerçek olan her şey gerçekdışı hale gelir, zorunluluğunu, varoluş hakkını, ussallığını kaybeder. Ve can çekişen gerçekliğin yerine yeni, yaşayabilir bir gerçeklik geçer; eğer eskimiş olan, kendi ölümüne debelenmeyerek gidecek kadar zekiyse barışçıl olarak, eğer bu zorunluluğa direnirse zorla. Böylelikle Hegelci önerme yine Hegelci diyalektik sayesinde kendi karşıtına dönüşür: İnsan tarihi alanında gerçek olan her şey zaman süreci içerisinde akıldışı hale gelir, bu nedenle gerçeklik tam da kendi hedefi itibariyle akıldışıdır, peşinen akıldışı olmakla lekelenmiştir; ve insanların kafasında ussal olan her şey, görünüşteki mevcut gerçeklikle ne kadar çelişik olursa olsun, gerçek haline gelmeye yönelir. Hegelci düşünce yönteminin tüm kuralları gereğince, gerçek olan her şeyin ussallığı önermesi kendisini bir başka önerme haline getirir:
Varolan her şey yok olmayı hak eder.
Devamını oku “Zorunluluk ve Rastlantı Konusunda Hegel”

Doğal Seleksiyon

Evet herşeyin başından beri hepimiz bir seleksiyonun kozmik ürünleriyiz. Kullandığım kalemin ucundaki karbon atomunun big bang’ den sonra meydana gelen ilk atomlardan birine ait olması heyecan verici , vücudumun yapı taşlarından birininde aynı patlamada meydana gelen ilk yapı taşlarını taşıması hepimizi kozmik kardeşler yapmıyor mu? Peki ya birdenbire dünyanın çeştli yerlerinde ortaya çıkıveren homosapienslerin diğer insan türlerinden daha hızlı evrimleşmesi ve hayatta kalmayı başarabilmesi, gelişimini sürekli devinen bir doymazlık içinde sürdürmesi, istikarlı olarak önce kendine zararlı bütün canlıları yok etmesi sonra hızını alamayıp çekirge sürüsü gibi çoğalarak dünyayı yaşanabilir standartlardan hızla çıkarmaya başlaması başka bir seleksiyon sorusunu akıllara getirmiyor mu?

Yumurtaya ilk ulaşanlar olarak hayata diğer rakiplerimizden hep bir adım önde başlayan bizler hayat boyu diğer yumurtaya ilk ulaşanlarla rekabet içinde değil miyiz? Bu rekabet bizi kapitalizmin kucağına atmadı mı, peki yıllar sonra torunlarımız başka bir gezegende oluşturulan kolonilerde hayatlarına devam ederken , kapitalizm doğal seleksiyonun bir parçası idi kapitalizmin vahşi rekabetçi hırsı olmasaydı belki atalarımız dünyada hala Lada otomobillere binmeye devam edecekti diyebilirler mi?

Yani dünyayı yaşanmaz bir hale sokan kapitalizm , ticari kar eksenli gelişme hırsını dünya dışı koloniler kurmaya yönlendirip , kendi kirlettiği dünyadan insanlığı kurtaracak ve biz yüzyıllar sonra buna da doğal seleksiyondu mu diyeceğiz ?

Yoksa ?