Gotik Sanat

Gotik sanat, 12. yüzyılda Fransa’da doğdu ve Avrupa’ya kısa sürede yayıldıktan sonra, 200 yıldan uzun bir süre hakimiyetini sürdürdü. Gotik sanat, 1144 yılında Abbot Suger’in Paris’teki Saint-Denis Kilisesi’nin yeniden inşasını yönettiği sırada başladı. Devasa cam pencerelerinden, Abbot Suger’in “cennetin berrak aydınlığı” olarak tarif ettiği ışıkların süzüldüğü yapıp tamamlandığında, yeni bir tarz ortaya çıkmış oldu. Gökyüzünde yükselen sivri uçlu kuleleri ve yenilikçi diğer özellikleriyle Saint-Denis, diğer bir sürü kilise için ilham kaynağı oldu.

Sanat eserlerini tanımlarken kullanılan Gotik terimi, aşağılayıcı bir ifade kast edilerek seçilmişti. Bu etiket ilk kez, takip eden Rönesans döneminde, Roma İmparatorluğu’nu yağmalayan ve çoğu klasik dönem eserini tahrip eden barbar Got kavimlerine atfen kullanıldı. Rönesans sanatçıları bu tarzı hor görüyor olsalar da, ortaya çıktığı dönemde, Gotik sanat, ihtişamlı ve asil kabul ediliyordu.

Yunan sanatçılar, güzelliği imgelemekle uğraşırken, Gotik sanatçılar, kutsal hikayeleri en inandırıcı şekilde anlatmayı amaçlıyolardı. Sanatçılar, mimarlar ve zanaatkarlar Tanrı’nın buyruklarını en açık biçimde aktarmaya çalıştılar.

Hawking ve Din

Hawking kendi teorilerinden dini birtakım sonuçlar çıkarılabileceği düşüncesinden açıkça rahatsızdır. 1981’de Vatikan’da kozmoloji üzerine Cizvit papazlarınca düzenlenen bir konferansta şu yorumda bulunur:

Katolik Kilisesi güneşin dünya etrafında dolaştığını ilân ederek bilimsel bir sorun hakkında bir yasa ileri sürmeye çalıştığında, Galileo konusunda büyük bir yanlış yapmıştı. Bugün, yüzyıllar sonra, kozmoloji hakkında akıl danışmak için bir dizi uzmanı davet etmeye karar vermiştir. Konferansın sonunda katılımcılar bir lütuf olarak Papayla görüştürüldüler. Papa da bize, evrenin büyük patlamadan sonraki evrimini incelememizde bir sorun olmadığını, ama büyük patlamaya burnumuzu sokmamamızı, çünkü onun Yaratılış anı ve dolayısıyla Tanrının işi olduğunu anlattı. O zaman, biraz önce konferansta yaptığım konuşmanın konusundan haberdar olmayışına çok sevindim. Çünkü konuşmam, uzay-zamanın sonlu ama sınırsız olabileceği, yani bir başlangıcının, bir yaratılış anının olmadığı konusundaydı. Ölümünden tam 300 yıl sonra doğmuş olmamın da biraz etkisiyle kendimi güçlü bir şekilde özdeşleştirdiğim Galileo’nun yazgısını paylaşmak istemiyordum!

Büyük Çatırtı ve Süper Beyin

“Dies irae, dies illa
Solvet saeclum in favilla.”
(Celano’lu Thomas, Dies Irae)
(“O gün, kıyamet günü,
küllere dönüştürecek evreni.”
–Ortaçağ Kilisesinden bir ölüm ilâhisi.)

Onlar, evrenin başlangıcı hakkında hemfikir olmadıkları gibi, nasıl son bulacağı konusunda da anlaşamıyorlar, kötü bir şekilde son bulacağı konusunda hepsinin hemfikir olması hariç! Bir düşünce ekolüne göre, genişleyen evren er geç kütleçekim kuvveti nedeniyle bir durma noktasına ulaşacak, ardından her şey kendi üzerine çökerek bir “büyük çatırtı”ya yol açacak ve sonunda hepimizi başladığımız yere, kozmik yumurtanın içine geri götürecek. Öyle değil! diye bağırır büyük patlamacıların başka bir ekolü. Kütleçekim bunu yapabilecek kadar güçlü değildir. Evren aslında, hiçliğin kara gecesinde yitip gidene dek, sonsuzca genişlemeye ve “içecek bir çorbası bile olmayan Augustus” gibi incelmeye devam edecektir. On yıllar önce, Ted Grant, diyalektik materyalizm yöntemini kullanarak hem evrenin kökenleri hakkındaki büyük patlama teorilerinin, hem de Fred Hoyle ve H. Bondi tarafından ileri sürülen alternatif kararlı durum teorisinin çürüklüğünü gösterdi. Ardından, maddenin (hiçlikten) sürekli oluşumuna dayanan kararlı durum teorisinin yanlış olduğu görüldü. Büyük patlama teorisi böylece hükmen “kazandı”, ve bugün bile bilimsel çevrelerin çoğunluğu tarafından savunulmakta.
Devamını oku “Büyük Çatırtı ve Süper Beyin”

İskenderiyeli Pagan Hypatia

Hypatia (370–415), o zamanların üniversitesi kabul edilen İskenderiye’deki Museion’da felsefe, matematik ve astronomi dersleri vermiş, Platon ve Aristoteles’in tanıtılmasında dersleri etkili olmuştur.

O yıllar Antik bilimlerin ve Pagan felsefesinin sona erdiği ve Hiristiyanlaşmanın güçlendiği bir süreçtir. Doğa bilimleri ve matematik gibi alanlarda yoğun bir gerileme dönemi bu tarihlerden itibaren başlamış, yine dinlerin etkisinden kurtulunduğu rönesans dönemine kadar sürmüştür.

Hypatia çağının yegane bilim kadını olarak bilinir. Zeki ve güzel bir kadın olarak zamanındaki erkek dünyasında etkili olmuştur. Aritmetik alanında 13 ciltlik bir yapıtı söz konusudur. Daha sonra Kepler’in bulduğu gezegen hareket yasalarını yüzlerce yıl önce keşfedip açıklamaya çalışan kişidir.

Tarihte sık sık yaşandığı gibi cadılıkla suçlanarak acımacızca taşlanarak katledilmiştir. Etleri ve kemikleri sokaklarda sürüklenmiş, yakılmıştır.

Pagan felsefesinin bitmesi elbette doğa bilimleri ve matematikte yavaşlamanın en büyük sebeplerinden biridir. Hypatia’ya inancının ne olduğu sorulduğunda “Ben felsefeye inanırım” cevabı onun çağında yaşayanlardan ne kadar ileride olduğunun bir ispatıdır. Hatta rahatlıkla diyebiliriz ki çağımızdaki bir çok insandan da ileridedir.

Ana Tanrıça Ma

MA kimdir?

İnsanlar Onu: Kawa, kuwa, awa, ata, ama, aya, kubala, kibele, moo, rama, maya, manitu, dawa, deus, zeus, ara, ra, kangrı, tengri ve daha birçok isimle çağırdılar.

Ana Tanrıça MA kimdir sorusu ancak cok yönlü bir bakış açısı ile ifade edilir, net bir kimliği yoktur. Tam anlamıyla anadolulu veya mezopotamyalı dememizde mümkün değildir. Yeryüzündeki tüm kıtalarda ona ait birşeyler yakalayabilmemiz mümkündür, hem tanrıdır hem tanrıçadır.. her kültürde değişik bir görünüm ile karşımıza çıkar ama o ilktir, tektir, tüm çok tanrılı kültürlerin hatta tek tanrılı dinlerin anasıdır. Esin kaynağıdır. Ayrıca ilkel rastlantıların ürünü değildir, yaşadığımız tüm çağlara adını ve dilini entegre etmiştir. (entegrasyon önermesi tezimizin ana hatlarını oluşturmaktadır). Tarihçilere göre o sadece bir figürdür. Anlaşılmaz nedenlerle kimliği gizlenmiş veya farkına varılmamıştır.

Bu figürlerde ana tanrıça , anaç ve hamile görüntülenmiştir. Çıplak memeleri ve göbeğinin üstünde üçgen! sembolü vardır. Omuzlarında gücü simgeleyen apoletleri ile bağdaş kurmuş veya tahtında oturan çıplak bir kadın heykelidir, cinsel organı görülmez, hamile karnı kapatır onu. Memeleri ile toprağı ,havayı ve suyu emzirir, bu üç element hayatı simgeler, kısaca o doğayı (dünyayı) doğurmuştur. Ve bu elementlerin oluşturacağı kurallar zinciri hayatın yeni elementlerini doğuracaktır. Böylece bu oluşum kaçınılmaz olarak tüm dinlerin yapı taşı olacaktır.
Devamını oku “Ana Tanrıça Ma”

Doğada Bilim ve Zaman

Şu “Bilim” sözcüğünü ele alalım önce. Nedir bilim?

Doğada bilim var mıdır? Yok diyor Einstein. Doğada bilim gibi, zaman da yok, diyor. İnsan beyninin icadıdır bunlar. Ne vardır doğada? Madde ve enerji vardır ve ikisinin birleştiği hareket… Düzenli, sistemli bir hareket. Atom altı çekirdeklerden Galaksilere kadar, daire ya da elips düzeninde durmayan bir hareket…

Doğada bilim ve zaman yoksa bu bilim ve zaman sözcükleri nereden çıkıyor? Bunların varlığını biz biliyoruz. Nasıl olur da olmazmış doğada bilim ve zaman! Bunlar insan beyninin ürünleridir. Doğada insan olduğu için, insan beyni olduğu için bilim ve zaman var. İnsanın doğayı öğrenme çabası olduğu için var bu bilim ve zaman deyimleri. İnsan icadı olarak. Ve sadece insanlar için var. Doğada insan beyni olmasaydı bunlar da olmazdı.

Doğa bilimleri insan beyninin doğayı anlama, keşfetme merakidir. İnsanın doğanın ve doğanın bir parçası olarak kendi varlığının, ayrımına, ya da bilincine varması doğa bilimlerinin başlangıç noktasıdır. Aynı nokta, yani insanın doğanın varlığının, doğanın bir parçası olarak da kendisinin varlığının ayrımına ya da bilincine varması, doğa dinlerinin de başlangıç noktasıdır.

Korku ve merak
Devamını oku “Doğada Bilim ve Zaman”

Orta Asya ve Kuzey Kavimlerinde Semavi Tanrılar

İlkel kavimlerin dinlerinden çoktanrılı (polytheiste) denilen dinlere geçerken karşılaştığımız temel farklılık onların kendilerine has tarihinden ileri gelmektedir. Şüphesiz tarih, ilkel teofanileri (teophani) değiştirmiştir. İlkel kavimlerin semavi tanrılarından hiçbiri belirgin değildir. İster dış etkiler, ister açıklık ve basitlikleri sebebiyle olsun, insanların geleneğinde yaşamış olsalar bile değişikliğe uğramışlardır. Fakat, çok tanrılı dinlerde tarih, oldukça farklı bir yol takip etmiştir. Tarihin yaratıcısı bu kavimlerin maddi hayatlarında olduğu gibi, dini yaşayışları, düşünüş ve temayülleri de birçok etkilere maruz kalmıştır. Medeniyetler vasıtası ile elde edilmiş mefhumlar gibi, ilahi suretler de birçok ortak esaslardan meydana gelmiştir. Bereket versin ki, dini hayatın ilkel biçime doğru yönelmiş olması sebebiyle onların anlaşması kolaylaşmaktadır. Bir dini meydana getiren ve onda birliği sağlayan esaslar ne kadar çok olursa olsun (yani ilahi suretteki mit, rit, kült) onların ifadesi ilkel biçimin özüne kadar uzanır. Çoktanrılı dinlerin hakikatini kavrayabilmek için onların tarihini ve geçirdiği evreleri bilmek zorundayız; mademki, onların her biri kendi tarihi gelişmelerinin tersine orijinal şeklini yeniden bulmaya, ilkel durumuna yeniden gelmeye çalışmaktadır. Bununla birlikte, her ne kadar bizce basit görünseler de, bu durum, onların semavi ilahlarının basitliğini ifade etmez.
Devamını oku “Orta Asya ve Kuzey Kavimlerinde Semavi Tanrılar”