Bir an için evreni bir insan bedeni, bütün varedilmişleri de, onun hücreleri olarak tasarlarsak bundan çıkacak sonuçları şöyle sıralayabiliriz:
· Bütün hücreler birbirinden haberdardır. Birinin iyiliği, hepsinin iyiliği, birinin bozukluğu, hepsinin yani bedenin bozukluğudur.
· Bütün hücreler hem kendilerinden, hem de birbirlerinden sorumludurlar. Hepsi aynıdır, eşdeğerdedir ve çabaları kendileri için olmakla beraber aslında bütün için çalışmaktadırlar. Dolayısıyla bizler ayrı ayrı değil bir bütünün parçalarıyız · Egonun, bencilliğin ve sahip olma tutkusunun yanlışlığı ortaya çıkmaktadır. Bedendeki kanserli hücre, kendi iyiliği ve gelişmesi için aşırı derecede büyür. Yanındaki hücrelerin gıdalarını da kendine alır, diğer hücrelerin aleyhine giderek gelişir. Tek başına her şey iyidir ve o hücre kocaman olmuştur. Ama bütün açısından bakınca o bütünlük bundan zarar görmüştür ve bu hücrenin aşırı büyümesi, bedenin ölümüne yol açmaktadır. Kanserli hücre de kendini büyütüyor sanırken, aslında bindiği dalı kesmekte ve diğer hücrelerle birlikte kendi sonunu ve yok oluşunu da hazırlamaktadır. Lao Tse’nin dediği gibi “Dünyadaki insanlar güzeli güzelde tanırlarsa; böylece doğar kabulü çirkinliğin”.
Biz bugün bütünüyle birbirine bağlı, psikolojik, toplumsal, biyolojik ve çevresel olaylar çerçevesinde topyekün birbirine bağlanmış ve örülmüş bir dünyada yaşıyoruz. Bu dünyayı ve parçası olduğumuz evreni anlamak, onu dile getirebilmek için eski Descartes ve Newton’cu anlayışları aşan bir dünya görüşüne ve değişik bir perspektife gereksinim duymaktayız. Bu yeni perspektif, Görecelik ve Quantum teorileriyle bunu en iyi açıklayan felsefe olan mistisizm yani tasavvuf’tur.
Quantum Latince miktar demektir. Fizik terimleri arasına girmesi atomlar düzeyinde, enerji gibi bazı büyüklüklerin ancak “belli miktarlarda” alınıp verilebilmesinin bulunmasıyla olmuştur. Quantum teorisinin gelişmesi 1800’lerin son on yılından başlayarak Maxwell, Niels Bohr, Einstein, Heisenberg, Schrödinger gibi fizikçilerin çalışmalarıyla ortaya çıkmıştır. Quantum fiziğinin özü Einstein’ın özel ve genel görecelik kuramından çıkmıştır. Özel görecelik kuramına göre, dünyanın tüm iyi bilinmeyen özelliklerinin kökeninde, tüm maddi nesnelerin hareketleri arasındaki görecelik ve ışığın hızının mutlak oluşunun karşılıklı ilişkisi yatmaktadır. Basitçe söylenirse düzgün bir hareketle birbirine göre yer değiştiren iki araç yardımıyla ölçülen ışık hızının her zaman aynı kaldığı varsayılabilir. Bu varsayımın sonuçlarını çözümleyen Einstein, o zamana kadar mekaniğin en dokunulmaz olarak kalan ilkesi olan mutlak zaman ilkesini sarstı. Görecelik ilkesi doğru ise zamanın bir mutlak büyüklük olması doğru değildir. Saatini benimki ile ayarladıktan sonra bir yolcu, araba ile gezintiye çıkar ve ben evde kalırsam, onun dönüşünde ikimizin de saati sonuç olarak aynı zamanı gösterecektir. Bununla birlikte, yolcu daha artan bir hızla gezinir ve hızı ışığın hızına yaklaşırsa, saatlerimizin gösterdikleri zaman arasında yavaş yavaş bir farkın ortaya çıktığı görülecektir. Yolcunun saati evde kalanınkine göre daima geri kalacaktır ve bu geriye kalma da hesaplanabilmektedir.
Zaman mutlak değilse, uzayla zamanı kesin olarak farklı iki varlığa ayırmak olanağı yoktur. Gerçekten de hareket, uzayda, zamanın akışı ile yakalanan bir yer değiştirmedir; ama zamanın akışının kendisi de hareketin hızına, yani uzayda aşılan uzaklığa bağlıdır. Bu nedenle, uzayla zamanı, dört boyutlu bir tek uzayda birbirine bağlanmış olarak düşünmek ve buna uzay-zaman adını vermek daha elverişlidir. Böylece Einstein, görecelik kuramının önermelerinin, klasik fiziğin enerji ve kütlenin ayırımı ve ayrı korunum yasaları olması düşüncesinin bırakılmasını gerektirdiğini keşfetti. Bu sarsıcı keşif onun E=mc2 denkleminde özetlenmiş olan şeydir. Basitçe kütle ve enerji aynı şeyin farklı görünümleridir. Çevremizde gördüğümüz tüm kütle bir çeşit bağlı enerjidir. Bu bağlı enerjinin küçük bir miktarı bile serbest kalsa, sonuç, bir nükleer bombanınki gibi, müthiş bir patlama olurdu. Şüphesiz, bunun olabilmesi için tıpkı nükleer silahlarda olduğu gibi çok özel fiziksel koşullar gereklidir. Fakat, zamanın başlangıcında, evreni yaratan büyük patlama sırasında, kütle ve enerji serbestçe birbirine dönüşmekteydi. Şimdilik, bilinen maddenin temel yapısı olan en küçük kütle quarklardır. Büyük patlama sonucu evren genişleyip soğudukça karşı quarklar ve quarklar birleşip birbirini yok edecek, ama karşı quarklardan daha çok quark olduğundan geriye bir miktar quark kalacaktır. Bugün gördüğümüz ve bizi oluşturan madde işte budur. Öyleyse bizim varlığımızın ta kendisi, salt niteliksel olsa bile, büyük birleşik kuramların bir doğrulaması olarak görülebilir. Belirsizlikler o kadar fazladır ki, geriye kalan quarkların sayısını kestirmek, hatta geriye kalanların quark mı yoksa karşı quark mı olacağını söylemek olanaksızdır. Hoş, geriye kalanlar karşı quark olsaydı, quarklara karşı quark, karşı quarklara da quark deyip işin içinden çıkardık ve görecelik kuramına göre ikisi de doğru olurdu. Buna uygun bir Tao’cu bilge şöyle der: “Eğer bir başlangıç varsa, bu başlangıcın da öncesi vardır. Eğer varolma varsa, varolmama da vardır. Ve eğer hiçliğin varolduğu bir zaman varsa hiçliğin dahi varolmadığı bir zaman vardır. Aniden hiçlik varolur. Dolayısıyla, bir kimse, varolma veya varolmama kategorilerinden hangisine ait olduğunu söyleyebilir mi?” Başka bir deyişle değişik kategorileri bir bütün içine koyabilirsek kategorilerdeki değişiklikten söz edilemez. Dolayısıyla hangi quark ‘ın olduğu önemini kaybeder.
Zaman ilerledikçe galaksilerdeki hidrojen ve helyum gazları, kendi kütlelerinin çekimi altında çöken küçük bulutlara bölüneceklerdir. Bulutlar büzüldükçe ve içlerindeki atomlar birbiriyle çarpıştıkça sürtünmeden dolayı gazın sıcaklığı artacak ve giderek çekirdek kaynaşması reaksiyonunu başlatacak kadar ısınacaktır. Reaksiyon sonucu hidrojen daha fazla helyuma dönüşecek ve açığa çıkan ısı, basıncı yükselterek bulutları daha fazla büzülmekten alıkoyacaktır. Güneşimize benzer bir yıldız olarak, hidrojen yakıp helyuma dönüştürerek çıkan enerjiyi ısı ve ışık biçiminde yayacak ve bu kararlı durumda çok uzun süre kalabileceklerdir. Daha kütleli yıldızlar daha kuvvetli olan kütlesel çekimlerini dengeleyebilmek için daha sıcak olmak zorundadırlar. Bu da çekirdek kaynaşması reaksiyonunu o denli hızlandırır ki, bu yıldızlar hidrojenlerini yüz milyon yıl kadar kısa sürede bitirirler. O zaman biraz büzülecekler ve ısınmaları arttıkça bu kez helyumu karbon ya da oksijen gibi daha ağır elementlere dönüştürmeye başlayacaklardır. Ancak bundan, daha fazla enerji açığa çıkmayacaktır. Bundan sonra ne olduğu tümüyle açık olmasa da çekirdeğe yakın bölgelerin çökerek nötron yıldızı veya karadelik gibi atomların bile varolmadığı yalnızca parçacıklardan oluşan çok yoğun bir duruma gelecekleri varsayılıyor. Yıldızın dış bölgeleri bazen parlaklığıyla kümedeki öteki yıldızları bastıran korkunç bir süpernova patlaması ile savrulacaktır. Yıldızın ömrünün sonuna doğru oluşan ağır elementlerin bir bölümü galaksideki gaza eklenerek bir sonraki kuşak yıldızların hammaddesine katkıda bulunacaktır. Bizim kendi güneşimiz bu daha ağır elementlerden yüzde iki oranında içerir, çünkü o da eski süpernovaların kalıntılarından beş milyar yıl kadar önce oluşmuş ikinci ya da üçüncü kuşak bir yıldızdır. O buluttaki gazın çoğu ya güneşin oluşumuna gitti ya da uçup uzaklaştı; ama ağır elementlerin küçük bir miktarı bir araya gelerek bugün güneşin etrafında dönen cisimleri, aralarında dünyamızın da bulunduğu gezegenleri oluşturdular.
Yıldızlar arasındaki uzayın büyük kısmı boştur, veya hemen hemen boştur. Katı diye bildiğimiz maddelerde bile atom çekirdeği ile elektronlar, hatta çekirdeği oluşturan parçacıklar arasında dahi çok büyük boşluklar vardır. Hemen hemen her şey boşluktur. Yani bizler boşluktan oluşuruz.