BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
RAHMAN VE RAHİM OLAN ALLAH’IN (c.c) ADIYLA
Adem’den (a.s.) Muhammed’e (a.s.); gelmiş geçmiş tüm peygamberlere selâmlar olsun.
Onlar, insanlığın yollarını aydınlatan birer nur damlası-dırlar. Onlar, Şanı Yüce Allah’tan (c.c.) vasıtalı ya da vasıtasız aldıkları emirleri en iyi anlayan, bilen ve yaşayan mübârek insanlardı. Onlar sayesinde insanlar Rablerini tanıdı, Onlar sayesinde doğru yolu buldu. Onlar olmasaydı insanoğlu belki de Allah (c.c.) nezdinde, hayvanlardan daha aşağı bir merte-bede bulunacaktı. Şüphesiz ki Onlar tüm insanlar içinde; en çok saygı ve sevgi görmeye, en çok bilinmeye, en çok tanın-maya lâyık olanlardır. Hayatlarından dersler, ibretler, feyizler alınacak mübârek Kişilerdir.
İmam-ı Zührî (k.s.) hazretleri en hayırlı ilim, siyer ilmidir buyurur. Siyer ilmi peygamberlerin hayatlarını anlatan ilim-dir.
Peygamberler şanı yüce Allah’ın (c.c.) seçtiği mümtâz kullarıdır. Şüp- hesiz ki Rabbimizin emirlerinin yazılı olduğu kitapları en iyi onlar tefsir ederler; helâl ve haramları, ibâdetle-rin nicelik, nitelik ve inceliklerini en iyi onlar bilir, onlar yaşar-lar. Bu nedenle siyer ilminde Allah’ın (c.c.) emirlerinin yazılı olduğu kutsal kitapların en iyi tefsiri, anlayışı, uygulanışı ve yaşanışı vardır.
Siyer ilminde peygamberlerin üzerinde oldukları güzel ahlâk vardır.
Siyer ilminde sevgi, saygı ve sadakat vardır.
Siyer ilminde hoşgörü, tevâzu, sabır ve şükür vardır.
Siyer ilminde şecaat vardır, fedakârlık vardır, merhamet vardır.
Kısacası siyer ilminde Allah’ın (c.c.) sevdiği güzel ahlâk, iyi huylar vardır.
Gelmiş geçmiş yüz yirmi dört bin peygamberlerden bize çok az kısmının hayatına ait bilgiler ulaşabilmiştir. Bize ulaşan bu bilgilerin çoğuna da maalesef pek çok hurâfe ve israîlîyat türü bilgiler karışmış olup, doğrulukları şüphelidir.
Yalnız son peygamber Hz. Muhammed’in (a.s.) hayatı ve Allah (c.c.) tarafından Ona vahiy edilen ilahi Kitap bunun dışındadır. O Kitap ki bizzat Rabbimizin koruması altındadır. Diğer peygamberlerin hayatları ne kadar sislerin, bulutların, dumanların ardındaysa Hz Muhammed’in (a.s.) hayatı bir güneş gibi apaçık ortadadır. Gelmiş geçmiş tüm peygamberler içinde onunki kadar hayatı apaçık ortada olan bir başka pey-gamber yoktur.
Hz. Muhammed (a.s.) son peygamber’dir. O Hatemülenbiyadır. Ondan sonra başka peygamber gelmeye-cektir. O bütün peygamberlerin İmamıdır. Bütün peygamber-lere verilen faziletlerin tümü onun Şahsında toplanmıştır.
Kuran-ı Kerim’de Allah’ın (c.c.) insanlara gönderdiği son Kitabıdır. Başka peygamber gönderilmeyeceği gibi başka Ki-tapta gönderilmeyecektir. Gönderilmiş tüm kutsal kitapların özü Onda toplanmıştır. İslam dini de tevhit dinlerinin en son geleni, bütün tevhit dinlerinin özünü içinde toplayanı, en mü-kemmel olanıdır.
Hz Muhammed’in (a.s.) hayatı Cenab-ı Hakkın biz insa-noğluna bahşettiği son kitabı olan Kuran-ı Kerim’in en iyi tefsiri, en iyi anlaşılmış ve yaşanmış şeklidir. Bu nedenle siyer ilmini lâyıkıyla, doğru olarak bilen ve yaşayan; Kuran’ın en iyi tefsirini ve en güzel şeklini de bilir ve yaşar.
Bilindiği gibi Hz. Muhammed (a.s.) Kuran’a karışabilir endişesiyle kendisinden gelen, vahiy olmayan sözlerin yazıya dökülmesini, kaydedilmesine izin vermemiş, hadis ilmi vefa-tından sonra ortaya çıkmıştır.
Ashab-ı Kirâm Hz. Muhammed’e (a.s.) inanılmaz bir sevgi, saygı ve ilgi göstermiştir. Gözleri devamlı Onun üze-rindeydi. Söylediği her sözü ezberlemekte, yaptığı her işi, her davranışı bellemekteydiler. Ashab-ı kirâm Onun hayatının en ince, en mahrem noktalarına kadar biliyorlardı. Öyle ki; Hz. Muhammed (a.s.) vefat ettiğinde; saçında, sakalında kaç tane ak kıl vardı onu dahi tespit etmişlerdi. Hadisin ise hadis-i usul ile ne kadar titizlikle uygulanmış bir ilim olduğu herkesçe bilinmektedir.
İslam’a göre Peygambere atfederek yalan, yanlış bilgi vermek en büyük günâhlardan biridir.
Hz. Muhammed’in (a.s.) hayatının bir güneş gibi apaçık ortada oluşu düşmanları tarafından insafsız bir şekilde eleşti-rilmesine de neden olmuştur. Onun bir ulûhiyet sıfatıyla sıfat-lanmamış bir kul olması; peygamber olması dışındaki durum-larında; her hangi bir insan gibi yaşaması, yaratılış olarak normal bir insanın peygamber olması yadırganmış; sanki pey-gamberlerin meleklerden olması, onlardan gönderilmesi gere-kirmiş gibi düşünülmüş, bu durumu bir eksiklik olarak göste-rilmeye çalışılmıştır.
Aynı anlayışın; Allah (c.c.) Ondan başka peygamber gönderecek kişi bulamadı mı? Eğer peygamber gönderecekse filânca kişiyi ya da kişileri niçin göndermedi? Onlar Muham-med’den (a.s.) daha zengin, daha çok oğul sahibidirler. Pey-gamber olmaya Ondan daha lâyıktırlar. Allah (c.c.) onlardan birini peygamber gönderseydi ya diyen müşriklerde de görü-yor, bu nedenle yadırgamıyoruz.
Biz şunu bilir ve şunu inanırız ki Muhammed (a.s.) Al-lah’ın (c.c.) kulu ve Resulüdür. Allah’ın (c.c.) kulu ve resulü oluşu Onu alçaltmaz, bilâkis daha da yüceltir. Bir kul, normal bir insan olan Allah’ın Resulü Hz. Muhammed’in (a.s.) hayatı da her insanın ibretler alarak taklit edebileceği eşsiz bir örnek olur. Onun hayatını doğru olarak öğrenip, taklit etmemenin hiç bir haklı gerekçesi olamaz.
Hz. Muhammed (a.s.) bundan bin üç yüz küsur yıl önce vefat etmiştir ama vefat eden sadece Onun bedenidir. O getir-diği dinle, güzel ahlâkıyla, iyi huyuyla; kısacası bütün ruhuyla Müslümanların içinde yaşamaktadır. Onu ne kadar iyi bilir, ne kadar iyi tanır, ne kadar iyi taklit ederek yaşarsak O da o nis-petle bizimle yaşayacaktır.
Şüphesiz ki insanlık Hz. Muhammed’e (a.s.) en çok muh-taç olduğu, tarihinin en karanlık dönemlerinden birini geçir-mektedir. İnsanlık Hz. Muhammed’e (a.s.) hiç bir devirde bu gün olduğundan daha çok muhtaç olmamıştır.
Bu eser bir peygamberler tarihidir, fakat bir tarih kitabı değildir. Yüce Rabbim izin verirse birinci bölümde Adem’den (a.s.) İsa’ya (a.s.), ikinci bölümde İsa’dan (a.s.) sonraki cahiliye dönemi, üçüncü ve son bölümde ise Hetamülenbiya, (Ahzap 40) Habibullah; gelmiş, geçmiş ve gelecek en büyük insan, Hz. Muhammed’in (a.s.) hayatı anlatılacaktır.
Bu tür eserlerde okuyucular haklı olarak verilen bilgilerin doğru olmasını arzu ederler. Bunun içinde yazar; kitabında verdiği bilgileri nerelerden, hangi eserlerden, hangi kaynak-lardan aldığını dipnotları ile bildirir, kitabının sonunda uzun kaynak listeleri yayınlar. Fakat burada göz ardı edilen, gör-mezlikten gelinen; kaynak gösterilen eserlerdeki bilgilerin bir başka kaynaktan, kaynaklardan alınmış olduğudur. Burada kaynağın kaynağı sorunu ortaya çıkar. Bilinmesi gereken; bu tür eserlerde eğer kaynak gösterilecekse, hadis ilmindeki me-totların burada da aynen uygulanması gereğidir. Hadis ilmin-de nasıl raviler artarda sıralanıyor ve sonunda muteber bir raviye gelip dayanıyorsa, bu tür eserlerde de kaynaklar artar-da sıralanmalı, sonu muteber bir kaynağa gelip dayanmış ol-malıydı.
Muteber zannedilen pek çok eserlerde akla mantığa, İs-lamî esaslara ve peygamberlik sıfatlarına uymayan pek çok israîliyyat türü hurafelerin, kıssaların olduğunu gördük. Bu nedenle burada kaynak sorununu çözen bir başka metot, bir başka yol izledik.
Konumuzla ilgili en güvenilir kaynak şüphesiz ki Kuran-ı Kerim’dir. Onun verdiği bilgilerin doğruluğundan asla şüp-he edilemez.
Bu konudaki en güvenilir kaynaklardan diğeri ise sahih hadislerdir.
Eserimize yazmaya karar verdiğimizde konumuzla ilgili Kuran-ı Kerim’deki ayetlerin hepsini aldık; tek, tek inceledik. Verilen bilgileri tarihsel bir sıraya soktuk. Kütüb-ü Sitteden aldığımız sahih hadis bilgilerini de bunlara ilâve ettik. Böylece eserimizin iskeleti Kuran-ı Kerim, sahih hadisler ve İnciller oldu.
Kuran’ın, hadislerin ve İncillerin sessiz kaldığı konularda ise muteber bildiğimiz eserlerden yararlandık. Bu tür eserler-den aldığımız bilgileri Kuran ve hadislerin hassas terazisinde tarttık, çatkımıza uygun olanları kullandık. Kuran ve hadisler mihenk taşımız oldu. Aldığımız bilgilerin eserimizin Kuran ve hadislerden oluşan iskeletine uygun olmasını, onlarla çatış-mamasını özellikle özen gösterdik. Eserimize halk arasında yaşayan ilginç öyküler, kıssalar koyarak bir başka yorum, bir başka renk, bir başka tat ve derinlik kattık. Eserimizi okuyu-cuya yormayan; anlaşılır, akıcı bir üslûpla yazmaya çalıştık. Sonuçta; oldukça ilginç, renkli; Kurana ve hadislere uygun ve saygılı, sadık ve doyurucu olan bu eser ortaya çıktı.
Eserimizin sadece gerçekleri, doğruları göstermesini, bil-dirmesini özellikle özen gösterdik. Gerçek ve doğru oldukları-nı bildiklerimizi açıkça yazmaktan, belirtmekten çekinmedik. Peygamberleri, özellikle Hz. Muhammed’i (a.s.) koruma gibi bir endişemiz olmadı. Çünkü Onlar doğrudan Rabbimizin koruması altındadırlar. Hiç bir fâninin, hiç bir yaratılmışın himâyesine, korumasına muhtaç değildirler.
Bu çalışmamızın sonucunu Allah’ın (c.c.) hayırlara tebdil etmesini can-ı gönülden dilerim.
30 Ağustos 2006
Hüdai ÇAKMAK
DAYANAKLAR
Kur’an-ı Kerim:
Adiyat – Ahzap - Al-i-İmran – Ahkaf – Ankebut - A’raf – Bakara –Casiye - Cin - Cum’a – Duhan – Hicr - En’am – Enbi-ya – Enfal –Fatır – Fecr – Fetih - Furkan – Fussilet – İbrahim – İsra - Hac – Hadid –Hakka – Haşr – Hicr – Hucurat – Hud – İsra – Kalem – Kamer – Kehf – Kasas – Lokman – Maide – Mearic – Meryem – Müddesir - Mû’minûn –Mu’min- Mürselat – Mümtehine – Nahl – Naziat –Necm - Neml – Nisa – Nuh – Nur – Rahman – Rum – Sad –Saff – Saffat – Sebe – Secde – Şu-ara – Tahrim – Tevbe – Tur –Taha –Yasin –Yunus –Yusuf – Zariyat - Zuhruf
Kuran-ı Kerim Meal ve Tefsirleri
Sahih Hadisler
Dört İncil
FAYDALANDIĞIMIZ ESERLER
Abdullah Aydemir=İslami kaynaklara göre peygamberler
Ahmet b.Hanbel=Müsned
Ahmet Cevdet Paşa= Kısas-ı Enbiya
Belâzuri=Ensabu’l Eşraf
Beyhaki=Delailin Nübüvve
Beyhaki=Sünen
Bünyamin Ateş= Peygamberler tarihi
Buhari=Sahih
Büyük İslam Tarihi (Kurul)
Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
Ebul Ferec ibn.Cevzi=El Vefa
Ebul Fida=Elbidaye vennihaye
Ebu Nuaym=Delailün Nübüvve
Diyarbekri=Hamis
Halebi=İnsanüluyun
İbn.Abdulberr=İstiab
İbn. Esir=Kâmil
İbn. Haldun=Tarih
İbn.İshak-İbn. Hişam= Sîre
İbn.Kayyım=Zadülmead
İbn. Kesir= Kuran tefsiri
İbn. Sa’d=Tabakat
İbn. Seyyid=Uyûnul Eser
İmam-ı Gazali= İhya
Kastalani=Mevahibülledüniyye
Maurice Bucaille=Müsbet ilim yönünden Tevrat, İnciller ve Kuran
Muhammet Hamdi Yazır=Hak dini, Kuran dili M.Asım Köksal=İslam Tarihi
M.Asım Köksal=Peygamberler tarihi
Müslim=Sahih
Taberi=Tarih
Yakubi=Tarih
Zehebi=Tarih-ül İslam
KÂİNATIN YARATILIŞI
Yüce Allah (c.c.); bilinmeyen, üzeri örtülü, sonsuz ve gizli hazineler idi. O sonsuz bir bilinmezlikti. Her şeyi kuşatmıştı; her şey Ondaydı; bilgisi, ilmi içindeydi. Ne kâinat, ne de mad-de yaratılmıştı. O yalnız ve Tekti.
O Bir idi. O Tek idi. Zamanla Onda bir tanınma iradesi belirdi. O, Zatını yarattıklarına tanıtmak, bildirmek istedi. Bu-na sevgi belirtisi dendi. Bu belirti gerçek bir nur ve gerçek bir ışık halinde olduğundan Hakikat dendi. Ona Nur-ul Envar adı verildi. İlk yaratılan bu nur gelmiş geçmiş ve gelecek en büyük insan olan peygamberimiz Muhammed’in (a.s.v) nurudur. O Nur ki bütün kâinatın yaratılma vesilesidir.
Ardından melek cinsi diğer varlıklar yaratıldılar.
Yüce Allah’ın (c.c.) peygamberimizin nuru dışında o za-mana kadar yarattıkları melek cinsindendiler ve Ona devamlı tespih ve tehlil durumundaydılar. Onlardaki iman, yaratılışla-rındaki öz ve hikmette vardı. Bunun için yaratılmışlardı. Seçim hakları yoktu. Başka türlü davranmaları mümkün değildi. Bu nedenle onların imanları bir bakıma iradesizdi, bilinçsizdi. Onlar yaptıkları her hareketle ister istemez Allah’a (c.c.) secde ve tespih hâlindeydiler.
Şanı yüce Allah (c.c.) bilinçli olarak bilinmeyi, tanınmayı murat etti. Evrene serpiştirdiği varlıklardan bir kısmının özgür bir iradeye, seçim hakkına sahip olmalarını; kendi istekleri, kendi akılları, kendi vicdanlarıyla Yaratıcı olan Zatını seçme-lerini, arayıp bulmalarını, bilmelerini istedi. Onlara akıl ve irade ile donatacaktı. Onlar öyle yaratıklar olmalıydı ki, evre-nin oluşumundaki, düzenindeki, yaratılışındaki muhteşem sanatı, bilgiyi ve gücü okuyup anlasınlar; ona hayran kalsınlar, yaratıcılarının O olduğunu anlayıp bilsinler, verdiği nimetler için gönülden şükretsinler ve O Büyük Sanatkâr’a ulaşmak için çırpınsınlar. Bu nedenle yaratılmışların en şereflisi olan insanoğlu başıboş yaratılmadı, başıboş bırakılmadı. O Yaratı-cısını ara- yıp bulma üzerinedir. Yaratıcısını arayıp bulma ve Onu bilme yaratılış hikmetidir.
İnsanoğlunun yaratılmasından önce, ona mekân olacak bir yer hazırlamak gerekiyordu.
Şanı yüce Allah (c.c.), Zat-ı Zül Celal’inden vücutsuz bir nur zerresinin zerresini ortaya koyarak, ona:
-Kün (Ol) buyurdu. (Yasin-82)
Bu nur zerresinin zerresi tüm evreni meydana getirecek yoğunlukta bir güce, hıza ve enerjiye sahipti. O, tüm kâinatın vücutsuz bir zerreciğe sığışmış, dönüşmüş hâliydi. O, Allah’ın (c.c.) sonsuz varlığından bir parçaydı. Onun varlığının kanıtı, ayetiydi ama Onun büyüklüğü, ululuğu, sonsuzluğu yanında bir hiçti.
Bu nur zerresinin zerresi kün emri üzerine tıpkı bir balon gibi şişmeye, büyümeye, genişlemeye başladı. Genişleyip, bü-yüdükçe yoğunluğu, hızı azaldı. Sonunda hızı, ışık hızının altına indi; madde zerreciklerine dönüştü, zaman ve mekân kavramı oluştu. Sezilgenlikten gerçeğe geçildi. Işık hızı mad-deye dönüşmenin ve zamanlamanın sınırı oldu. Bir bakıma madde ve zaman ışık hızıyla sınırlı kaldı. Kainat altı devirde (Hud-7) yaratıldı.(Araf 54)
Madde; enerjinin yoğunlaşıp bazı özellikler kazanarak üç boyut alması, zaman ise madde içinde oluşan olay dizeleridir.
Bu sınırın içindeki kâinat, altında ve üstünde yedişer kat evrenden oluştu. Üst kat evrenlerde zaman ve madde olgusu yoktur. Hız, ışık hızının üstündedir. Bu evrenler Allah’tan (c.c.) gelen saf nurun gölgesidirler. Orada ezel ve ebet bir ara-dadır. Her kat birbirleriyle etkileşim ve iletişim içindedirler. Kopmamışlar, ayrılmamışlar, iç içedirler ama birbirlerine de karışmamışlardır. Aralarındaki fark, yoğunlukla beraber hız ve döngülerindedir.
Madde, gerçekte enerjinin ağırlaşarak hızının azalması, yavaşlamış şeklidir. İçinde bulunduğumuz maddesel evren en alt katın yedi kat üstündedir. Yani; görünen, algılanan şu ev-renin altında da üstünde olduğu gibi yedi kat kâinat vardır. Hız burada yavaşlayıp en aza doğru iner. Bu nedenle alt kat-larda zaman durgundur, çok yavaş akar. Bu katlarda alta doğ-ru inildikçe hız azalır, maddeleşme yoğunlaşır. Burada mad-deler sert, keskin ve soğukturlar. Yaratan tarafından bahşedi-len nuru azaltanların ya da söndürenlerin mekânı burasıdır.
Burayı mekân tutanların hepsi de üst dünyadakiler gibi ruhsal bilinç sahibidirler. Duyuları son derece keskinleşmiştir. Acıları, azapları, üzüntüleri bütün şiddetiyle algılarlar. Burada hayat katmanlara göredir ve çok uzundur. Alta doğru inildik-çe artar. En alt katmanlarda ebede kadar uzayabilir. Burası zamanın donduğu, durduğu yerdir.
Alttaki bu yedi kat günahkâr ins ve cinlerin mahşere ka-dar oyalandıkları mekânı; içlerinde bir nebze iman kırıntısı olanların tövbe hânesi, ibadethânesi, çilehânesidir. Orası gü-nahkârların günâhlarından arınma, temizlenme yurdudur.
Üst katlarda ise zaman ve mekân olgusu yoktur. Yaratı-lışlarında bahşedilen nuru çoğaltanlar, artıranlar buraya gele-ceklerdir. Varlıkları saf nur/enerji hâlindedirler. Her şey ezel ve ebet içindedir. Ölüm yoktur. Bu katmandakiler; hayvanlar ve bitkiler hariç ruhsal bilinç sahibidirler. Sevinçleri, üzüntüle-ri, mutlulukları, acıları bütün güç ve şiddetiyle algılayabilirler. Buraları onların ebedi mutluluklar yurtlarının kapısıdır.
Alt ve üst katmanlar arasında iletişim, gidiş gelişler ise yaratılıştan gelen enerjinin/nurun azalıp çoğalması iledir.
♦ ♦ ♦
Kâinat, yaratılmasının ilk aşamasında; gaz ve buhar şek-linde, saf enerjinin yoğunlaşmasından oluşmuş esîr denen basit bir madde, bir nevi dûhan halindeydi ve her yeri kapla-mıştı.(Fussilet-11) (Enbiya-31)
Esîr; önce en basit madde olan hidrojene dönüştü. Muaz-zam büyüklükteki hidrojen bulutları kâinatı oluşturdu. Bu bulutlar kendi aralarında milyarlarca parçalara bölündü. Her parça kendilerine ait merkezler etrafında bir top gibi birleştiler ve büyüdüler. Zamanla merkezlerindeki basınç öylesine arttı ki ortaya çıkan ısı hidrojeni tutuşturdu. Hidrojen büyük bir ısı ve ışık vererek helyuma dönüşmeye, yanmaya ve ilk yıldızlar olarak ışımaya başladılar. Zamanla hidrojeni biten bu yıldızlar söndü. Sönmüş helyum yıldızlarının ağırlaşan kütleleri içe doğru çökmeye başladı. Çekim gücüyle bazı yıldızlar birbirle-riyle birleştiler, kütlelerini büyüttüler. Ve yine merkezlerinde büyük bir basınç oluştu. Bu basıncın ortaya çıkardığı ısı enerji-si helyumu tutuşturdu. Helyum yine büyük bir ısı ve ışık ener-jisi vererek karbona dönüşmeye başladı. Böylece sıra ile bütün elementler oluştu. Sonra bu elementler kendi aralarında bir-leşmeye, bileşikleri oluşturmaya başladılar. Bunlar, önceleri sıvı ve gaz hâlindeydiler. Bir kısım gaz sıvıya, bir kısım sıvı da katı hâle dönüştü. Onlardan da yedi kat sema ve yıldızlar oluştu. Onlar gaz, sıvı ve katı maddelerin bir düzen içinde karışımı, birleşimi şeklindedirler.
Kâinat ezelden gelip, ebede gitmemektedir. Kâinattaki madde miktarı sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi bir bitişi de olacaktır. Belirli bir ömürden sonra her yaratık gibi yok olacak, kendi özüne dönecektir.
Yaratılışla beraber Yüce Allah’ın (c.c.) sonsuz ilim ve kudretiyle yaratılanlar arasında eşsiz ve muhteşem bir düzen kuruldu. Bu düzen içinde kâinattaki yıldız cinsi her varlık de-vamlı hareket hâlindedirler ve birbirlerine çekim güçleriyle bağlıdırlar.(Bakara 29)(Yasin 38-40)
Her yıldız uydularıyla birlikte bağlı olduğu diğer bir yıl-dızın, oluşan yıldız grupları da bir başka yıldız gruplarının etrafında dönmektedirler. Her galaksi de bağlı olduğu bir baş-ka galaksiye ya da galaksi grubuna tabidir. Her birinde iki yüz milyar yıldız bulunan iki yüz milyar galaksi devamlı hareket ettikleri hâlde çarpışmamakta, birlikte kün emrinin vuku bul-duğu merkezin etrafında dönmektedirler.
Bu gün kâinat yüz elli altı milyar ışık yılı çapında dev bir küre halindedir ve devamlı genişlemektedir. Bu genişleme; evrendeki bütün galaksiler için geçerli olduğu gibi güneşimi-zin ve onun bir gezegeni olan dünyamızın da içinde bulundu-ğu Samanyolu galaksisi içinde geçerlidir. İnanılmaz bir hızla dışa doğru itilmekteyiz.
Merkezin, galaksilerin ve galaksiler içindeki yıldızların arasındaki bağ; aralarındaki manyetik çekim ile birlikte, birbir-lerinin etrafında dönmelerinin meydana getirdiği merkezkaç kuvvetidir. Genişleme durduğunda denge bozulacaktır. Kâi-nat; tıpkı ağır, ağır şişen bir balonun aniden sönmesi gibi bir-denbire içe doğru çökecek; çöküş, hızı yükseltecek, madde enerjiye dönüşecek, sonunda ilk yaratılışındaki nur zerresinin zerresi hâline gelecektir. Rabbimiz bundan sonra murat ettiği şekilde kıyametten sonraki kâinatı yaratacaktır.
İlginçtir ki bu gün en küçük madde olan atomlarda tıpkı kâinat gibidir ve ona benzemektedirler. Atoma ait elemanlar çeşitli parçalardan, kısımlardan oluşmuştur; devamlı hareket hâlinde olup, çekim güçleriyle birbirlerine bağlıdırlar ve tek bir merkez etrafında dönmektedirler.
Bu eşsiz düzen içinde evrenin tümüyle yaratılmasının ar-dından Cenab-ı Hak (c.c.); sadece kendine mahsus o büyük ilminin gereği olarak, bu kâinatın içinde bazı özel dünyalar daha yaratmayı murat etti. Milyarlarca galiksinin içindeki milyarlarca yıldızlardan bazılarına:
-Kün (Ol) buyurdu.(Yasin 82)
Bu yıldızlardan biri de güneşti. Güneş denen bu yıldız-dan bir patlama sonucu bazı parçalar koptu ve dört bir yana dağıldılar. Bu parçalar zamanla, patlayarak dört bir yana dağı-lan diğer yıldız parçalarıyla birleşip güneşin etrafında dönen gezegenlere dönüştüler. Bu gezegenler içinde öyle birisi vardı ki yüce Allah (c.c.) ona sonsuz ilmiyle özel bir görev, özel bir işlev vermişti. Bu gezegen dünya idi.
O özeldi. Yaratılışı Yaratıcının sonsuz ilmi, bilgisi ve gücü üzerineydi. Onların birer âyeti, yansımasıydı.
Dünya, kâinatın yaratılmasından sonra iki devirde (Fussilet-9) halk edildi. Katı, sıvı ve gaz maddelerinin bir ara-da bulunduğu hârika bir yapıdaydı. Hayat kaynağı olan güne-şe uzaklığı, yörüngesinin elips şeklinde oluşu, 23½ derece eğikliği gibi özelliklerin hepsi de ince hesaplar ürünüydü. O her şeyiyle büyük bir görev için özel yaratılmıştı.(Hıcr 19)
Dünyanın üzeri kalın bir gaz tabakasıyla kaplanmıştı. Atmosferin içinde bol miktarda bulunan hidrojen ve oksijen gazlarının bir kısmı birleşerek suyu oluşturdu. Zamanla kar, yağmur, rüzgâr gibi atmosfer olayları bin bir çeşit maddenin bir arada bulunduğu toprağı meydana getirdi. Dünyanın bir kısmı bu verimli, el değmemiş toprakla kaplandı.
Cenab-ı Hak, (c.c.) bu el değmemiş, münbit topraklara ilk önce bitkilerin tohumlarını serpiştirdi. Dünya yüzeyinde ilk yaratılan canlılar topraktan doğrudan gıda alabilen, toprakla beslenebilen, topraktan aldıklarını işleyerek diğer canlıların faydalanabilecekleri besinlere dönüştüren bitkiler oldu. Bitki-ler topraktan aldıklarını kendilerinden sonra yaratılacak canlı-ların sağlıklı yaşaması için gerekli olan maddelere dönüştür-mekle görevliydiler. Bu ilâhi programa göre yaratılmışlar-dı.(Hıcr 19)
Yüce Yaratıcı bitkileri, dünya ve dünyada oluşturulacak hayat üzerinde, hayatın oluşması ve devamı için çok büyük ve hayatî önemi olan üç büyük görevle vazifelendirmiştir.
Bitkilerin birinci görevi yaratılacak diğer canlı türlerinin içinde bulundukları gıda zincirinin en büyük halkası ve temeli olmasıdır. Otçul hayvanlar bitkilerle, etçillerde otçullarla bes-lenirler, sonuçta her canlı gibi ölünce hepsi tekrar toprağa dö-nüşürler. Topraktan da bitkilere geçerler. Bu, Yaratıcının son-suz ilmiyle takdir ettiği, düzenlediği hârika bir besin zinciridir.
Bitkilerin ikinci görevi ise canlıların yaşaması için elzem olan oksijenin devr-i dâimidir. Bitkiler, canlıların kullanarak karbondiokside çevirdikleri oksijeni, fotosentez yoluyla kar-bondan ayrıştırarak tekrar doğaya verirler. Bitkiler bu düzenle hem kendileri beslenirler, hem de diğer canlılar için hayatî bir öneme sahip olan oksijeni yenilerler.
Bitkilerin üçüncü göreviyse dünya yüzeyinde yaşama uygun, mutedil bir iklim oluşturmalarıdır.
Dünya yüzeyinde hayatın devamı için şart olan su mikta-rı bellidir. Azalıp ya da çoğalmaz. Suyun bir kısmı atmosfer olaylarıyla devr-i dâim halindedir. İşte bitkiler, suyun önemli bir kısmını içlerinde tutarak devr-i dâim eden su miktarını dengelerler. Bitkilerin olduğu yerlerde aşırı atmosfer olayları oluşmaz. Eğer bitkiler olmasaydı atmosfer olaylarına karışan su miktarı aşırı çoğalacak, dünyamız; sellerle, tufanlarla ya-şanmaz bir hâle gelecek, belki de hayat kaynağı olan toprak yok olup, gidecekti.
Bitkiler dışındaki canlıların bitkiler olmadan yaşaması, hayatlarını devam ettirmesi mümkün değildir. Darwincilerin iddia ettikleri gibi tek bir canlı hücresi rastlantılar sonucu sıcak su havuzlarında meydana gelmemiştir. Olasılık hesaplarına göre bu mümkün değildir. Oluşsa bile tek ya da çok hücreli bir canlının bitkilerin olmadığı bir dünyada yaşamını devam et-tirmesi, üremesi, evrimleşmesi akıl, mantık ve bilim dışıdır.
Kaldı ki zaman, canlıları evrimleşme yoluyla geliştirmez. Gerçek bunun tam tersidir. Zaman, yeninin eskimesi gibi can-lıların sahip oldukları mükemmel özelliklerinden bazılarını yitirmelerine, bunun sonucu zayıflamalarına neden olur. Za-yıflayan her canlı da ağır, ağır yok olup gider. Bunun en bü-yük kanıtı ise zamanla yok olup gitmiş, nesli tükenmiş binler-ce canlı türüdür.
Dünyanın bâkir ve münbit topraklarına tohumları serpi-len bu bitkiler yaratılışlarında mükemmeldiler. Hiç bir nok-sanlıkları, eksiklikleri yoktu. Mükemmel ve eksiksiz yaratıl-mışlardı. Kökleriyle bin bir çeşit maddenin bulunduğu toprak-tan programlandıkları gıdaları suyla birleştirip alabiliyorlar, bunları gövdelerindeki harika düzenlerle dallarına, yaprakla-rına, meyvelerine, tohumlarına ulaştırabiliyorlar, bu yolla bes-leniyorlar, büyüyorlar ve ürüyorlardı.(Hıcr 19)
Tohumlarına tüm özellikleri genler halinde eksiksiz şifre-lenmişti. Toprağa düşen bir tohum hiç bir yardıma ihtiyaç duymadan içinde taşıdığı canlıyı tüm özellikleriyle aradan uzun yıllar geçse bile yaşama getirebilir. Bütün bu özellikler-den birinin olmaması ya da az veya eksik oluşu; bitkilerin ya-şamasına, üremesine imkân vermeyecek, belki bir müddet yaşayacaklar, sonra da yok olup gideceklerdi. Bitkilerin ol-maması ise diğer canlı türlerinin yaşayamaması, yok olması demekti.
Bitkiler sürâtle ürüyerek dünyanın dört bir yanını kapla-dılar. Artlarından yaratılacak olan otçul hayvanlar için zemin hazırladılar. Eğer bitkiler olmasaydı sonradan yaratılmış olan otçul hayvanlar gıda bulamayacak, yaşamaları mümkün ol-mayacaktı.
Bitkiler aynı zamanda hayvanların yaşaması için hayatî bir öneme sahip olan oksijenin foto sentez yoluyla yenilenmesi görevini de üzerlerine almışlardı. Bu görevi yapan başka bir canlı türü yoktur. Bir bakıma bitkiler olmasaydı dünyada za-manla oksijen bitecek, hayatın oluşması ve devamı mümkün olmayacaktı.
Otçul hayvanların ardından etçil, onların ardından da hem etçil hem de otçul hayvanlar yaratıldı. Her canlı istisnâsız bu hârika düzen içinde bir göreve sahipti. Hiç bir canlı boşuna yaratılmamıştı.
Bütün bunlar da, yüce Yaratan’ın büyük ilminin gereği ve bir neticesi olarak çok hassas değerler, dengeler, hikmetler vardı. Bu değerler, dengeler ve hikmetler; birbirlerini tamam-lama, içinde barındıracağı hayatın devamını sağlama, buna yardım etme ve bütün bunları bir araya getiren bir düzen kurma üzerineydiler. (Casiye 13)
Dünya, bir parça eğik oluşu, yalpalayarak hem kendi, hem de güneşin etrafında dönmesi, güneşe olan uzaklığı, küt-lesi ve konumu, etrafını saran atmosferi, atmosferinin içeriği ve diğerleri ile tamamen özeldi. Özel olarak yaratılmıştı. Her şeyi ama her şeyi, rastlantılar sonucu oluşamayacak kadar çok ince, çok hassas hesaplar üzerineydi. Derin bir bilginin, hikme-tin, kesin hesapların ürünüydü. Bütün bunlarda bin bir nimet-ler, hikmetler gizliydi.
Dünyanın yaratılışı iki (Fussilet-9) günde tamamlandı. Semavi günler dünya günlerine göre her biri bin seneye veya daha fazla devirlere eşitti. Bir bakıma dünya ve diğerleri Cenab-ı Hakkın (c.c.) sırlarla dolu sonsuz ilminin tezahürü, ortaya çıkışıydı.
Gerek bitkiler gerekse hayvanlar can ve nefis sahibidirler. Kendilerine özel lisanlarıyla vahiy edildiği şekilde Cenab-ı Hakkı (c.c.) dua ve tespih etmektedirler. Bunun için yaratıldık-larından başka türlü davranmaları mümkün değildir.
Hikmet-i İlâhiyle kurulan bu emsâlsiz ve muhteşem dü-zen içinde, tüm canlıların bu düzeni tamamlayan ve devamını sağlayan bir görevi, bir işi, bir işlevi vardır. Canlılarda var edilen nefs, bu iş ve görevlerin motorudur. Hiç bir canlı boşu-na yaratılmamıştır. Her biri bu eşsiz ve harika düzen içinde vazgeçilemeyen birer parçadırlar.
Bitkilerin ve hayvanların kendilerine özel şuurları, karar verme, tercih etme mekanizmaları yoktur. Cenab-ı Hak (c.c.) tarafından yaratılışlarında kendilerine öğretileni, vahiy edileni yaparlar, bunun dışına çıkamazlar. Bu vahiy genlerine silin-meyecek bir şekilde yazılmıştır. Bu nedenle kendilerine verilen ilâhi görevlerini hiç bir zaman unutmazlar, aksatmazlar.
Bitkilerin ve hayvanların hayattan aldıkları zevk; bu gö-revlerinin ve bu görevlerinin oluşturduğu hayatlarının içinde-dir. Bu görevleri eksiksiz yaptıkları müddetçe nefisleri tat ve lezzet alır. Bu tat ve lezzette nefislerini tam olarak doyurur, tatmin eder. Onlar başka tat ve lezzetler peşinde koşmazlar, başka tat ve lezzetler aramazlar.
Bitkiler ve hayvanlar yaratıldıklarında kendilerine verilen bilgi ile donatıldıklarını bilmekte, Yaratan’ı şek ve şüphesiz tanımaktadırlar. Bir inkâr söz konusu değildir. Fakat bu biliş ve tanıma onların özlerindedir, dışa vurulmazlar. Bu nedenle her zaman sessiz bir şükür, tespih ve dua içindedirler.
Hayvanlar nefisleri olmasına rağmen nefislerini Allah’ın (c.c.) emri dışında kullanamadıklarından, buna yetki ve güçle-ri olmadığından melekler mesabesindedirler ve onlar gibi ma-sumdurlar.
Yaratılanların Yaratanı bilmesi, bulması, tanıması için en azından bir kısmının bir bilince, bir akla, bir tercih hakkına, özgürlüğe sahip olması gerekiyordu.
Yaratıcı, vücut vermek üzere yarattığı bilinçlere bu amacı sağlayacak bir emanetin sorumluluğunu teklif etti. Bu emanet; iyilik ile kötülük, güzellik ile çirkinlik arasında özgür kalıp; iyiliği, güzelliği seçme, arayıp bulma; Yaratıcının emrettiği güzel ahlâk ile ahlâklanıp bunu gösterme ve ilân etme üzeri-neydi. Yaratıcı bunları yapabilmesi için yaratılanı özel yete-neklerle donatacak, ona; iyiyle kötüyü, güzel ile çirkini ayırt edebilme melekelerini ve bunları kullanma özgürlüğünü vere-cekti. Bunu karşılığı ise sonsuz bir şeref ve cennetlerdi.
Bu emanet kendilerine teklif edildiğinde gökleri, yıldızla-rı, dağları… temsil eden meleklerin ruhları korkuyla ürperdi. Eğer başarırlarsa göklerin ufukları önlerinde açılacak ve son-suzluklara doğru yükseleceklerdi ama başaramama tehlikesi de vardı. Başaramamanın sorumluluğu ise aşağılıklardan daha aşağılıklara düşmeleri demekti. Davranış ve eylem özgürlüğü aynı zamanda yanılma, hata yapma, günâha düşme tehlikesi-ne ve bütün bunların sorumluluğunu de beraberinde getiri-yordu. Emanete ihanet etmenin bedeli ise Yaratıcıdan uzak-laşmaktı. Bu nedenle bazı yaratıklar bu emaneti kabul etmedi-ler, sorumluluğu üstlenmek istemediler. İradesiz yaşamayı, Tanrının emrinde ve kontrolünde kalmayı, kapalı durmayı, kapalı olmayı tercih ettiler.
Teklif edilen gerçek, ilâhi sıfatları özgürce temsil edebil-menin sırrıdır. Teklifi kabul eden; davranışıyla, hareketleriyle, sözleriyle; muhafaza etmek zorunda olduğu bazı özellikleriyle Yaratıcıyı temsil edecek, Onun vekili, halifesi olacaktı. Her zaman Onu anacak, Onu arayacak, Onu yaşayacak, Onu yü-celtecekti.
Bu emaneti önce cinler,(Cin-1) sonra da insanlar kabul et-tiler. Eğer bu emaneti kabul etmeselerdi onlarda diğer canlılar gibi kapalı kalacaklar, herhangi bir hayvandan, bir ottan, bir ağaçtan farkları olmayacaktı.
Bu nedenle Yüce Allah (c.c.) cinleri ve insanları Zatını bilmeleri, tanımaları ve ibâdet etmeleri için yarattı ve diğer yarattıklarından üstün tuttu.
İnsanlar ve cinler; Allah’a (c.c.) kulluk etmek, O’nu tanı-mak ve O’nun bütün kâinatta tecelli eden kudret ve saltanatı-na şahadet etme yönünden meleklere benzerler. Bu; Allah’ın (c.c.) yaratılışlarında içlerine koyduğu, bahşettiği bir katre nur nedeniyledir. (Zariyat -56)
Fakat bilinçli bir tercihin, özgürce tanımanın ve bunun karşılığı olarak ihlâslı bir ibâdetin oluşması için; insanlara ve cinlere, bu nurun karşıtı bir gücün, yetkilerin daha verilmesi gerekiyordu. Bu da akıl yoluyla kontrol edilebilen, denetlene-bilen güçlü bir nefis, tercih edebilme; yolunu; aklının ışığında bulabilme, öğrendiklerini, bulduklarını bir başka nesle, bir başka zamana aktarabilme özgürlüğüydü. Bütün bunlar ise iki yönlü keskin bir kılıçtı.
Nefis; insan ve cinlerin geçici bir hayat sürecekleri, bir müddet oyalanacakları, doğru yolu arayıp, bulma yönünde tercihlerini yapacakları, tat ve lezzet veren fakat kopmaya mahkûm kalın bir urgan, sonuçta kapanacak açık bir kapıydı.
Nefsin mutedil, orta kararda olanı insanın yaşaması, ken-dini koruması ve neslinin devamı için gerekliydi. Bu nedenle mutedil bir nefs mubah ve helâldi. Fakat insanlar ve cinler nefsleri nedeniyle doymayan bir hırsa da sahiptiler. Akılla denetlenemeyen, hırsla dolu bir nefs ise onların en zayıf ye-riydi. Bu nedenle nefs, Şeytanın içlerine girdiği, etkilediği, müstakim yolundan saptırdığı, şaşırttığı bir delik, bir kapı oldu. Bu yüzden Cenab-ı Hakkın (c.c.) yaratılışta bahşettiği; söndürmeyenlere, karartmayanlara meleklerden daha yüksek mertebelere, rütbelere yükselten nur ile sonradan verdiği nefs; etki ve yolları ayrı olduğundan devamlı çatışma halindedirler.
İnsanlar ve cinler; meleklerden daha üstün bir mertebeye, makama denetleyebildikleri nefisleri yoluyla yükselebildikleri gibi, denetleyemedikleri nefisleri nedeniyle en aşağılıklardan daha aşağılıklara da düşebilirler.
Hayvanlar ve bitkiler mükemmel fakat değişmeyen, ge-lişmeyen, sınırlı özelliklere, niteliklere sahiptirler. Fakat insan-lar ve cinler öyle değildir. Kendilerine verilen akıl gibi bir ni-met nedeniyle gelişmeleri, yükselmeleri sınırsızdır.
İnsan ve cinlerin yaratılışlarındaki bu hikmetleri bilebil-meleri, bulabilmeleri, doğru bir şekilde kullanabilmeleri için bu bilgileri onlara tebliğ edecek, yol ve yön gösterecek, bir takım kurallara bağlayacak kılavuzlara ihtiyaç vardı. Bu ne-denle Yüce Allah (c.c.) Zatını temsil eden peygamberler gön-dermiş, varlığını ve emirlerini Onlar vasıtasıyla bildirmiştir.
Cenab-ı Hak (c.c.) diğer mahlûkatlara olduğu gibi insan-ları da yarattığından onları en iyi bilendir. Bu nedenle O’nun emirleri; insanlar için en iyi, en güzel olanıdır. Ayrıca O’nu tanıyıp bilmek, O’na kulluk etmek yaratılışın gayesi, özü ve hikmetidir. Bu, yaratılışlarının özelliği gereği insan ve cinlerin boynuna asılı, ödemeleri gereken kesin bir borçtur.
Peygamberler Cenab-ı Hakkın (c.c.) varlığını ve emirleri-ni bildirmek ve O’na ibâdet edilmesini sağlamak göreviyle gönderilmişlerdir.(Nisa-164) (Mü’min 78) Cenab-ı Hakkın (c.c.) emirleri ise toplumsal varlık olan, toplum dışında kalınca yaşaması mümkün olmayan insanların özgür nefisleri nede-niyle çeşitli yol ve yönlere sapmalarını; sık, sık çatışmalarını önlemek ve toplumsal hayatlarını bir düzen vermeye yönelik-tir. Bir bakıma inancı olmayan, tek ve bir olan Allah’ın (c.c.) varlığını inanmayan, O’ndan korkmayan, emirlerini uymayan toplumların yaşaması, varlıklarını koruması, sürdürmesi mümkün değildir. Çünkü bu toplumlarda akıl, nefslerin em-rindedir. Nefs ise onu sıkan hiç bir şeyi istemez. Nefsin em-rinde, ona köle olmuş akıl ise korkunç bir silahtır.
Toplumlar karşılıklı sevgi, saygı ve fedakârlık gibi duy-gular üzerine kurulurlar. Nefisse bu tür duyguları istemez, sevmez. Çünkü bu duygular genelde nefislerin istekleriyle çatışmaktadırlar. Bu insancıl duygular oluşmazsa toplumlar çöker ve dağılırlar.
Çeşitli nimetlerle cihazlandırılmış, teçhizatlandırılmış, si-lahlandırılmış ve bir ölçüde özgür bırakılmış olan insanoğlu ve cinler tamamen sahipsiz değillerdir. Bütün bu verilen ni-metlere karşılık; yaptıklarından, ettiklerinden sorumlu tutul-muşlardır. Bir an konuk oldukları, oyalandıkları şu geçici dünyada yaptıkları, ettikleri nedeniyle hesaba çekilecek; ya azaba uğrayacak, ya da mükafatlandırılacaklardır. (Kasas 47) (İsra 15)
Kendilerine bir peygamber gönderilmemiş, irşat edilme-miş toplumlar yaptıklarından, ettiklerinden Cenab-ı Hak (c.c.) isterse sorumlu tutulmazlar. Bu sadece Allah’ın (c.c.) takdirine kalmıştır. Kendilerine peygamber ya da peygamberler gelen toplumlar ise hesap vermekten kurtulamazlar. Bu Yüce Al-lah’ın (c.c.) kesin bir bildirgesi, iradesi ve vaadidir. (Fatır 24) (Nisa 165)
Peygamberler Yüce Allah’ın (c.c.) bizzat seçtiği mümtaz kullarıdır. O Allah’ın (c.c.) bazı kullarına nasip ettiği yüce bir rahmetidir. Hiç bir insan; malı, mülkü, şahsi iradesi, yaşı, bil-gisi, unvanı nedeniyle peygamber olamaz. (Enam124) (Zuhruf 31-32)
Peygamberler hür ve erkek kişilerdendir.(Nahl 43) (Enbi-ya 7) Kadınlardan, cinlerden, meleklerden ve köle ya da köle olmuş kişilerden peygamberler gönderilmemiştir.
Bütün peygamberler peygamber seçildiklerinde körlük, baras, cüzam gibi tiksindirici hastalıklarla, soyca ayıplanacak durumları olmayan kişilerdendir. Onlar; yumuşak kalpli, in-sanlığa yakışmayan vasıfları ve tiksindirici durumları olma-yanlardan seçilmiş mümtâz kullardır. Diğer durumlarında ise normal insanlarla eşittirler.
Bütün peygamberler ismet sahibidirler. Hata ve günah-lardan, peygamberlikten önce ve sonra her türlü küfürden, inkârdan uzaktırlar. Onlar her ne maksatla olursa olsun asla yalan söylemezler. Onlar kesinlikle sıdık yani doğru sözlüdür-ler. Onlar lüzumsuz, boş söz de söylemezler. Yaptıkları lâtife-ler, şakalar bile bir doğru, bir gerçek üzerine kuruludur.
Peygamberimiz Hz. Muhammed’e (a.s.) göre peygamber-ler kem gözlü, hain bakışlı dâhi olamazlar. Onlar hayırlarda, iyi işlerde yarışan kişilerdendir. Onlar ahyârdandırlar.
Peygamberler fatânet sahibidirler. Zamanının en ileri gö-rüşlü, en akıllı, en zeki kişilerindendirler. Zekâca geri, ufku dar ve aklı bozuk kişilerden peygamber olmaz.
Peygamberler kendilerine verilen tebliğ ve irşat görevle-rini gereğince yapabilecek kabiliyetlere, yeteneklere sahiptir-ler. Kendilerine vahiyle emredilen ilâhi hükümleri atlamazlar, unutmazlar, bu konularda hata yapmazlar. Kendilerine nasıl vahyedilmişse o şekilde ümmetlerine aktarırlar, o şekilde bil-dirirler. Allah’ın (c.c.) yardımıyla bu tür kusur ve zaaflardan muhafaza edilmişlerdir.
Peygamberler cesur, şeci kişilerdendir. Korkak ve pısırık kişilerden peygamber olmaz. Onlar aynı zamanda en iyi ahlâk sahibidirler.
Peygamberler emin kişilerdir. Bütün peygamberler, için-de yaşadıkları toplumların en emin, en itimada şayanıdırlar. Peygamberlikten önce ve sonra; emin, özü sözü bir kişiler ol-dukları, bulundukları toplumlardaki kendilerine karşı gelen, muhalif kişiler tarafından dahi ikrar ve tasdik edilmişlerdir. Peygamberler kul hakkı konusunda son derece titizdirler.
Peygamberler şanı yüce Allah’tan (c.c.) emirleri vahiy yo-luyla alırlar. Onunla vahiy yoluyla görüşürler.
Bütün peygamberler Allah (c.c.) tarafından kendilerine ihsan buyrulan mucizelerle desteklenmişlerdir.
Bütün bu özelikler Kuran-ı Azimüşşan’ın Şuara, Araf, Ahzap, Meryem, Araf, Bakara surelerinin muhtelif ayetlerin-de açıkça belirtilmiştir.
Peygamberlerin cesetleri toprak tarafından yenmez, ce-setleri çürümez. Peygamberler kabirlerinde diridirler.
Cenab-ı Hak (c.c.) tarafından bütün peygamberlerden görevlerini yaparlarken uğrayacakları güçlüklere, eza ve cefa-lara katlanacakları, bu yolda sabır ve sebat edecekleri konu-sunda söz yani misak alınmıştır. Beş büyük peygamberin mi-sakları yeminle pekiştirilmiştir. Buna Misak-ı Galiz denir. (Bakara 214)
Peygamberlerden bir kısmına kitap verilmiştir. Kitap ve-rilen peygamberlere resul denilir. Resullerin kendilerine ait şeriatları vardır. Kitap verilmeyenler ise nebidir. Kendilerine özel şeriatları yoktur. Kendinden önceki resulün şeriatıyla âmel ederler. Her resul nebidir, fakat her nebi resul değildir.
Peygamberlerin görevlerinin en önemlisi ilâhi kitaplarla bildirilen Allah’ın (c.c.) emirlerini insanlara tebliğdir. Bu ko-nuda Yüce Allah (c.c.):
“-Ant olsun ki peygamberlerimizi bir takım belgelerle gönderdik; insanların doğru hareket etmelerini temin için onlara kitap ve ölçü verdik” buyurmaktadır.
Bütün peygamberlerin bildirdikleri, irşada çalıştıkları tevhit dininin esaslarıdır ve birdir. Sadece teferruatlarda ay-rılmışlardır. Esaslardan birinin bildirdiğini diğeri çürütmemiş-tir. Ayrıntılardaki farklılıklarda; ayrı zamanlarda ayrı, ayrı kavimlere gönderilmeleri, gönderildikleri zamanın ve kavmin sosyal, siyasi ve ekonomik durumuyla ilgilidir.
Peygamberlerin vazifesi sadece tebliğdir. Bu konuda zor-lama yapmazlar, güç kullanmazlar. İman edip, etmemek an-cak Allah’ın (c.c.) hidâyetiyledir.
Peygamberler yaptıkları irşat göreviyle kullardan maddi, manevi bir ücret istemezler, bir karşılık beklemezler. Bu işi bir menfaat karşılığı yapmazlar. Bu konuda son derece titizdirler. İrşat görevlerini karşılıksız yapmaları bu konuda ihlâslı olduk-larının en büyük delillerinden biridir. Onların ücretleri Allah’a (c.c.) aittir.
Kısaca peygamberler;
Erkeklerden gönderilmişlerdir. Kadınlardan, cinlerden peygamber yoktur.
Bütün peygamberler günahlardan, hatalardan, kusurlar-dan arındırılmışlardır. Ancak bazılarında, makamlarından dolayı dil sürçme gibi kusur sayılabilecek davranışlar olabilir.
Peygamberler emin kişilerdendir. Doğru sözlü, doğru öz-lüdürler. Allah’ın (c.c.) vahiy yoluyla emrettiklerini artırıp, eksiltmeden olduğu gibi insanlara bildirirler. Bunu yaparlar-ken Allah’tan (c.c.) başka hiç bir yaratıktan korkup, çekinmez-ler.
Onlar;
İnsanların bilmediklerini, bilemeyeceklerini, Allah’tan (c.c.) telâkki ettikleri vahiy ile bilen, bildiren; Allah’ın (c.c.) ayetlerini okuyan, kitap ve hikmeti öğreten; insanları maddi ve manevi kirlerden temizleyen, öğütler veren, esirgenmeleri-ni isteyen, bu işin karşılığı ücretlerini yalnız Allah’tan (c.c.) bekleyen seçkin kişilerdir.
İnsanoğluna Yüce Allah (c.c.) tarafından yüz yirmi dört bin peygamber gönderilmiş olup, bunun üç yüz on beşi resul-dür.
Yahudi dininde peygamberlik milli bir karakter arz eder. Sanki bütün peygamberler Yahudi ırkından gelmiş gibi göste-rilmeye çalışılır. Bu nedenle Yahudi din kitaplarında yalnız Yahudi ırkından gelen peygamberlerden bahsedilir.
Yahudilere göre kâhin gibi gaipten haber veren kişilerde peygamberdir. Yine Yahudilere göre ilâhi mesajlara muhatap olan bu seçkin kişiler dünyadaki yaşayışları ve davranışları bakımından diğer insanlardan farksızdırlar. Onlarda diğer insanlar gibi kötülük yapabilir, günah işleyebilirler. Nitekim onlara göre Hz. Nuh (a.s.) sarhoş ve ahlâksız bir kişidir. Yine onlara göre Hz. Lut (a.s.) öz kızlarıyla zina etmiştir. Hz. Davut (a.s.) ise ordusundaki bir subayın karısına göz diken, bu suba-yı bile, bile ölüme gönderen, gözü dönmüş bir zânidir. Hz. Süleyman (a.s.) putlara tapmıştır. Hz. Harun (a.s.) ise putpe-rest bir kişidir ve kavmini putlara tapmayı teşvik etmiştir. Bü-tün bunlar Allah’ın (c.c.) elçisi olmuş bu mübarek kişilere ya-pılmış açık bir iftiradır.
Yüce Allah (c.c.) insanlara daima iyiyi ve güzeli emretmiş-tir. Peygamberler ise Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını en iyi uyan ve uygulayan kişiler olmak zorundadırlar. Başkalarına emir ve tavsiye ettiklerine kendilerinin uymamaları söz konu-su bile olamaz. Aksi halde güvenilir olmayacaklardı.
tersinim -- 15.08.2010 - 07:42
Yüce Allah (c.c.) sonsuz ilmiyle Âdem’le (a.s.) Hz. Hav-va’nın böyle bir günah işleyeceklerini ve cennetten çıkarılacak-larını evveliyattan biliyordu. Bunu böyle takdir etmişti. Bunun için Fazl-ı Keremiyle onların yaşayabilecekleri özel bir dünya yaratmış ve içine cennet nimetlerine benzeyen nimetlerle dol-durmuştu.
Âdem’le (a.s.) Hz. Havva’nın cennetteki yaşayışlarıyla dünyadaki yaşayışları arasında iki büyük fark vardı. Cennet-teki ömürleri sınırsız, rızkları yanı başlarındaydı. Rızklarını ulaşmaları için istemeleri ve ellerini uzatmaları yetiyordu. Dünyadaki ömürleri ise sınırlıydı. Burada ölüm vardı. Bu kı-sacık ömürleri sırasında bu nimetleri bahşeden Allah’ı (c.c.) unutmamaları, emirlerine uymaları ve rızklarını arayıp bulma-ları, bunun için çalışmaları, mücâdele etmeleri gerekiyordu.
Gerek Âdem (a.s.) gerekse Hz. Havva yaratılanların en güzellerinden, en mükemmellerindendi.
Âdem (a.s.) altmış arşına yakın; hurma ağacı gibi upuzun boyluydu. Saçları siyah, gür ve kıvırcık, iki bölük halinde ör-gülüydü. Teni ak pembe karışımı tatlı bir renkteydi. Gözleri kara ve büyük, baldırları kalındı. Sakalsızdı. Vücutça, simaca çok güzeldi. Onun güzelliği Yusuf’un (a.s.) güzelliğine denkti. O, her yönüyle mükemmeldi.
Yüce Allah (c.c.) diğer canlıları da mükemmel yaratılmış-tı ama Âdem’e (a.s.) ve zürriyetine, özünden bir zerre nur ih-san buyurarak yaratılmışların en güzeli, en mükemmeli, en şereflisi yapmış; buna karşılıkta hareketlerine, davranışlarına bir sorumluluk vermiş, Zat’ını tanıyıp ibadet etmelerini, emir-lerini uymalarını, kulluk yapmalarını emretmişti. O ve Ondan gelenler Allah’ın (c.c.) yeryüzündeki vekilleri, halifeleri ola-caktı. Onlar buna gerçekten layıktılar.
Hz. Havva’da Ona benzemekteydi. Ona kadın olmanın meziyetleri bahşedilip Âdem’e (a.s.) yardımcı olması, Onu desteklemesi emredilmişti. Hz. Havva’nın sırtında da, Âdem’in (a.s.) sırtındaki sorumluluk ve yükümlülükleri vardı. O da Rabbini tanıyıp bilecek, emirlerini uyacak, Ona kulluk yapacaktı.
Diğer canlılara verilen özellikler ne kadar güzel ve mü-kemmel olsa da bir kafese kapatılmış gibi değişemeyen, geli-şemeyen özellikler, niteliklerdi. Fakat Âdem’le (a.s.) Hz. Hav-va ve onlardan gelen nesiller bunun dışında tutulmuş; düşü-nebilme, öğrenebilme ve öğrendiklerini bir sonraki nesillerine aktarabilme yetenekleriyle donatılmışlardı. Ve karşılarında doğa gibi bulunmaz bir öğretmenleri de vardı. Tıpkı ağır, ağır dolan barajlar gibi her nesil bilgi birikimlerini kendinden son-raki nesillere aktarıp çoğaltmış, bu sayede Âdem oğulları bü-tün yaratılanların en güçlüsü, en şereflisi ve efendisi olmuş-lardır.
Âdem (a.s.) Cidde’ye gelip Hz. Havva’yı bulduktan sonra Allah (c.c.) Ona Kâbe’yi yapmasını emretti. Âdem’e (c.c.) şöyle vahiy etti.
“-Ey Âdem! Arşımın alt hizasında Benim bir Hâremim vardır. Orası adımın zikredildiği, duaların kabul edildiği yerdir. Sen orada Benim için bir Ev, bir Beyt yap. Meleklerin arşımı tavaf ettikleri gibi Sen de oraya tavaf et. Sonrada mahşere kadar soyundan gelenler oraya haccetsinler. Orası Rahman ve Rahim sıfatlarımın tecelligâhı olsun. Oraya ge-lenler kul hakkı dışında bütün günâhlarından temizlensin-ler, annelerinden doğdukları günkü gibi tertemiz olsunlar.”
Bu vahyi alan Âdem (a.s.):
-Ya Rabbi! Ben bunu yapmaya nasıl yol bulabilirim? Be-nim buna gücüm yetmez dedi.
Cenab-ı Hak (c.c.):
“-Ey Âdem! Sen Adımı anarak başla. Elbette biz yardım ediciyiz” buyurdu.
Âdem (a.s.) gösterilen yere Beyti, Kâbe’yi yapmaya baş-ladı. Melekler de Ona yardım ediyordu. Temel taşları Hira dağından getirildi. Duvar taşlarını ise Sina, Zeyta ve Cudi dağ-larından geldi. Duvarın tavaf başlangıç yerine ise Cennetten gelme ak bir taş koydu. Her şey bitince Cebrail (a.s.) Âdem’e (a.s.) nasıl haccedileceğini gösterdi.
Âdem (a.s.) Kâbe’yi tavaf ederken meleklerle karşılaştı. Melekler Onun haccını tebrik ettiler. Ona:
-Ey Âdem! Biz şu Beyti Senden iki bin yıl önce tavaf ve hac etmişizdir dediler.
Âdem’de (a.s.) onlara:
-Sizler tavaf ederken ne derdiniz? diye sordu.
Meleklerde:
-Sübhânallâhi Velhamdü Lillâhi Velâ İlâhe İllallâhu Vallâhu ekber derdik dediler.
Âdem (a.s.) meleklerin bu sözlerine; Velâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh cümlesini ekledi. Meleklerde Ona uydu-lar, Onun söylediği gibi söylemeye başladılar.
Âdem (a.s.) hac âmellerini yerli yerince yaptıktan sonra:
-Ya Rabbi! Emrettiklerini aynen yerine getirdim. Her âmel sahibinin bir ecri olduğunu biliyorum. Bu âmelin ecri nedir? diye sordu.
Cenab-ı Hak’ta (c.c.) Ona:
“-Ey Âdem! Ben Seni bu âmelinle af edip, yarlıgadım. Zürriyetinden buraya hac niyetiyle gelecek olanların günâh-larını da affettim” buyurdu.
Âdem (a.s) Hz. Havva’yı bulduktan sonra onunla evlen-mişti. Hz. Havva çok geçmeden hâmile kaldı. Fakat kendinden bir çocuk çıkacağını, bir çocuk doğuracağını bilmiyordu.
Bir gün Hz. Havva uykuda iken İblis ihtiyâr bir adam kı-lığında yanına gelerek:
-Ey Havva! Ben seni değişmiş buldum. Şu karnında olan nedir? Diye sordu.
Hz. Havva’da:
-Onun ne olduğunu henüz bilmiyorum. O Rabbimin içi-me koyduğu kıpırdayıp duran bir canlıdır diye cevap verdi.
İblis bu kez:
-Ey Havva! İçindeki canlı nereden çıkacaktır? Gözünden mi, burnundan mı, yoksa kulağından mı? Diye sordu.
Hz. Havva’da bu soruya:
-Bilmiyorum. Fakat o bana ağırlık, sıkıntı ve sancı ver-mektedir diye karşılık verdi.
Bunun üzerine İblis:
-Ben sana bu konu da yardımcı olabilirim. Senin içinde bir çocuk vardır. Sen onu bin bir sıkıntı ve acıyla dünyaya ge-tireceksin. Eğer çocuğunu sağ salim doğurmana yardım eder-sem bana itaat eder misin? Diye sordu.
Hz. Havva korktu. Bu yüzden:
-Eğer sen beni şu yükümden sağ salim kurtulmama yar-dım edersen ben de sana bunun karşılığında itaat eder, istedi-ğini yaparım dedi.
İblis:
-O halde çocuğun doğduğunda ona Abdülharis adını ver. Bu benim adımdır. Bu benim senden tek isteğimdir. Eğer bunu yapmazsan kaldırmaya güç yetiştiremeyeceğin acı ve sıkıntılar verir, sonra da çocuğunu öldürürüm dedi.
Allah (c.c.) tarafından lânetlenip, cennetten kovulduktan sonra İblis, Hâris adıyla anılmaktaydı. Abdülhâris ise Hâris’in kulu anlamınadır.
Hz. Havva uyanınca doğruca Âdem’in (a.s.) yanına gitti ve İblis’in uykudayken kendisine söylediklerini Ona anlattı.
Âdem (a.s.):
-Uykudayken gördüğün kişi İblis’tir. O bizim can düş-manımızdır. Onun yüzünden Cennet’ten çıkarıldık. Sen onun şerrinden sakın, ona itaat etme dedi.
Bir kaç gün sonra Hz. Havva yine uykudayken İblis ya-nına gelerek:
-Ey Havva! Ben senin yükünü daha da ağırlaşmış görü-yorum. Eğer yardım eder, yükünü kaldırırsam daha önce bil-dirdiğimi yapar mısın? Diye sordu.
Hz. Havva İblis’in bu teklifini şiddetle reddetti.
-Hayır! Diye bağırdı. Sen bizim can düşmanımızsın. Sen bizi cennetten çıkardın. Eğer bir oğlum olursa adı Abdurrahman olacaktır dedi.
Hz. Havva bir oğlan çocuğu doğurdu. Adını Abdurrahman koydu. İblis ise bu çocuğa musallat olarak onu öldürdü. Bir müddet sonra Hz. Havva yine hâmile kaldı. İblis aynı teklifi bu çocuk için de yaptı, Hz. Havva bunu da reddet-ti. Doğan oğluna Salih adını verdi. Fakat İblis bu çocuğu da öldürdü.
Hz. Havva üçüncü kez hâmile kalınca İblis yanına gele-rek:
-Ey Havva! Eğer çocuğuna Abdülhâris adını koymazsan onu da öldüreceğim. Eğer çocuğunuzun yaşamasını istiyorsa-nız ona Abdülhâris adını koy dedi.
Hz. Havva bu kez korktu ve İblis’in dediğini yaptı. Do-ğan çocuğuna Abdülhâris adını koydu. Çocuk yaşadı ve bu adla anıldı. Cahiliye devrinde Araplar yaşasın diye çocukları-na Hâris, Abdülhâris adını vermeyi kötü bir âdet haline getir-mişlerdir.
Yukarı da zikredilen kıssa bazı kaynaklarda geçmesine rağmen bir israilliyat örneğidir. İslamî ölçülere göre bir değeri yoktur. Çünkü mümin, üstelik peygamber eşi olan bir kadının çocuğuna İblis’in kulu anlamına gelen bir isim vermesi açık bir şirktir. Bir peygamber olan Âdem’in (a.s.) bunu kabul etmesi, onaylamasıysa mümkün değildir. Böyle bir iş olduğunda doğ-rudan Allah’a (c.c.) sığınırdı. Nitekim Cenab-ı Hak (c.c.) A’raf suresi 189/190 âyetlerinde böyle davrananların açık bir şirk içinde olduklarını bildirmektedir.
♦ ♦ ♦
Hz. Havva yirmi batında otuz dokuz çocuk doğurdu. Biri dışında her batında ikiz olmak üzere otuz dokuz evlât verdi. Bu ikizlerden biri erkek, diğeri kız oluyordu. Yalnız Şit (a.s.) tek doğmuştu.
İlk batında Kâbil, kız kardeşi Aklima ile ikiz olarak doğ-du.
İkinci batında Hâbil, kız kardeşi Lübüz ile doğdu.
Yüce Allah (c.c.), birinci batında doğan erkekle ikinci ba-tında doğan kızı, ikinci batında doğan erkekle birinci batında doğan kızı evlendirmesini Âdem’e (a.s.) emretti. Bunun nede-ni Hz. Havva’nın doğurdukları dışında kız ve erkeğin olma-masıydı.
Âdem (a.s.); oğlu Kâbil’e Hâbil ile doğan kız Lübüz ile, Hâbile’de Kâbil ile doğan kız Aklima ile evlenmesini emretti.
Hâbil, Aklima ile evlenmeyi kabul etti. Kâbil ise Lübüz’le evlenmekten kaçındı.
-Ben, benimle beraber doğan kızla evlenmek isterim. Çünkü o diğerinden daha güzeldir. Ben onunla evlenmeye daha lâyık ve müstahakım dedi.
Gerçekten de Aklima Lübüz’den daha güzeldi.
Bunun üzerine Âdem (a.s.) Hz. Havva’ya:
-Ey Havva! Rabbim bana doğan çocuklarımı çapraz ola-rak evlendirmemi emretmiştir. Sen Kâbil’e emret, Hâbil’in ikizi olan kızla evlensin. Habil’e de emret, o da Kabil’in ikizi olan kızla evlensin dedi.
Hz. Havva bunu oğullarına söyledi. Habil razı olduysa da Kâbil razı olmadı, onlara kızdı.
-Bu muhakkak ki Allah’ın (c.c.) değil, babamın reyidir. Ben bunu kabul etmem dedi.
Âdem (a.s.) Kâbil’e:
-Ey Kâbil! Sen Allah’ın (c.c.) emrini uy da kız kardeşini Hâbil ile evlendir dedi.
Kâbil bunu kabul etmedi.
-Hayır! Diye bağırdı. Aklima ile Hâbil değil ben evlene-ceğim. O benimle birlikte doğmuştur, onunla evlenmeye ben daha layığımdır. Onu Hâbil’le evlendirmem.
Bunu üzerine Adem (a.s.):
-Ey Kâbil! Aklima senin ikiz kardeşindir. O sana haram-dır. Sen Allah’ın (c.c.) emrini tut da kız kardeşini Hâbil’le ev-lendir dedi.
Fakat Kâbil kız kardeşiyle evlenmekte ısrar ediyor, onu Hâbil’le evlendirmeye yanaşmıyordu.
Bu konu da söz çoğalınca Âdem (a.s.):
-Siz ikiniz Allah’a (c.c.) birer kurban takdim ediniz. Al-lah’ın (c.c.) huzurunda muhakeme olunuz. Hanginiz ona lâ-yıksa Allah (c.c.) size bildirsin dedi.
İkisi de bu teklifi kabul ettiler.
Hâbil çobandı. Pek çok davarı vardı. Davarlarından elde ettiği sütlerden, kaymaklardan nefis bir yemek hazırladı. Ya-nına koyunlarından, davarlarından en güzellerini kattı. Bunla-rı seve, seve gönlünden koparıp vererek yaptı.
Kâbil’se çiftçiydi. Bir kucak dolusu buğday başağı getir-mişti. Başakların iyilerini getirirken yemiş, geriye bir avuç kadar; en kötülerini, en cılızlarını, en karamuklusunu bırak-mıştı. Allah (c.c.) için verdiği bu kurbanda da gönülsüz dav-ranmıştı.
Her ikisi de Allah’a (c.c.) olan kurbanlarını kurban verme yerine bıraktılar. (Maide 27)
Yolda giderken Kâbil Hâbil’e:
-Ben senden daha büyüğüm. Bir yere gittiğinde babam beni üzerinize vekil bırakmaktadır. Aklima ise benimle doğ-muş kız kardeşimdir. Ben onunla evlenmekte senden daha lâyığım. Onu sana bırakmam. Sen onunla evlenmekten vazgeç dedi.
Hâbil de:
-Muhakkak en iyiyi, en doğruyu Rabbim bilir. Ben onun emrine uyar, ne emretmişse onu yaparım dedi.
Kurbanlar kurban bırakma yerine bırakılınca Âdem (a.s.) dua etti.
Hâbil Allah’ın (c.c.) takdirine razıydı. Kâbil’se içinden:
-Kurbanım ister kabul olsun, isterse olmasın umurumda değildir. Hâbil hiç bir zaman kız kardeşimle evlenemeyecektir. Buna izin vermeyeceğim derdi.
O dönemde Âdet-i İlâhi kabul edilen kurbana bir ateş gönderilmesi ve onu yaktırması şeklindeydi. Kabul edilmeyen kurban ise öylece kalır, çürür gider, kurbanın kabul edilmediği bu şekilde anlaşılırdı.
Daha sonra bu, Allah (c.c.) tarafından kaldırıldı ve kur-banların kabul edilip, edilmediği gizli bırakıldı. Yüce Allah (c.c.) bu değişiklikle kurbanın kabul edilip, edilmediğini kim-senin bilmemesini, bu bilginin Zatında kalmasını murat etmiş-ti.
Cenab-ı Hak (c.c.) o zamanki ilâhi âdet gereğince bir ateş gönderip Hâbil’in kurbanını yaktı ve kurbanının kabul edildi-ğini bildirdi.
Kâbil’in kurbanını ise uzaklaştırdı. Kabul etmedi.
Kurbanının kabul edilmemesi Kâbil’in Hâbil’e olan kin ve düşmanlığını kabartıp artırdı. Kardeşine diş bilemeye baş-ladı. Bu arada Âdem (a.s.) bir iş için uzak bir yere gitti. Gider-ken ailesini her zaman olduğu gibi Kâbil’e emanet etti. Kâbil babasına:
-Babacığım! Sen giderken merak etme. Dönünce aileni seni sevindirecek bir hâlde bulacaksın dedi.
Babasının olmaması, giderken ailesini kendisine emanet bırakması Kâbil üzerinde olumsuz bir etki yaptı. Büyüklenme-sine neden oldu. Bir bakıma meydanı boş buldu. Bunu bir fır-sat olarak algıladı. Hâbil’i daha küçük, daha değersiz görmeye başladı. Bu ise ona olan kıskançlığını kabarttı. Onun gözünün önünde, ya da yakınında olduğunu bilmesi gıcığına gidiyor, ona olan nefretini artırıyordu. Sonunda kardeşine düşman oldu. Onu ortadan kaldırılması gereken bir râkip olarak gör-meye başladı. Sonunda Kâbil kardeşi Hâbil’i öldürmeye karar verdi.
Hâbil davarların başındaydı. Yanına gelerek:
-Ey Hâbil! Ben seni muhakkak öldüreceğim dedi.
Hâbil:
-Ey kardeşim! Ben sana ne yaptım ki sen beni öldürecek-sin? Öldürme nedenin Rabbimin benim kurbanımı kabul et-mesi, senin kurbanını kabul etmemesi ise muhakkak ki bu Rabbim takdiridir dedi.
Kâbil kardeşine nefretle bakarak:
-Ey Habil! Seni öldüreceğim. Çünkü Allah (c.c.) senin kurbanını kabul etti, benimkiniyse kabul etmeyip geri çevirdi.
Demek sen benim güzel kız kardeşimle evleneceksin ha!
Sonra da herkes; senin benden daha üstün, daha hayırlı olduğunu söyleyecek ha!
Bu yüzden senin çocukların, benim çocuklarım karşısında öğünecek ha!
Sen halkın arasına gidip Kâbil’in kurbanı kabul görmedi, benimki ise kabul gördü diyecek, bununla gururlanacak, beni küçük düşüreceksin ha!
Hayır! Vallâhi halk senin benden daha hayırlı olduğunu görmeyecek, duymayacaktır. Ben seni muhakkak öldüreceğim diye bağırdı.
Hâbil:
-Ey kardeşim! Muhakkak ki kıskançlık senin gözlerini kör, ne dediğini, ne yaptığını bilmez etmiştir. Sen bilmez mi-sin? Allah (c.c.) ancak kendisinden korkanların kurbanını ka-bul eder dedi.
Bu sözler Kâbil’in daha da kızmasını neden oldu. Yum-ruklarını sıktı; Hâbil’in yüzüne kötü, kötü baktı.
Hâbil, Kâbil’in kendini öldüreceğini, buna iyice niyetlen-diğini anlayınca ona:
-Ey kardeşim! Sen muhakkak ki çok kötü bir işe niyet-lenmişsin. Böyle bir işten ben Allah’a (c.c.) sığınırım. Sen böyle bir işe kalkışırsan ben mukabele edicilerden değilim. Ant ol-sun ki beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatmam. Çünkü âlemlerin Rabbi olan Allah’tan (c.c.) korkan, Ona boyun eğen kullarından biriyim. (Maide 27)
Ey Kâbil! Eğer beni öldürürsen kendi günâhlarınla birlik-te benim günâhlarımı da yüklenesin, o harlı Ateşin yârânından olasın.
Kardeşim, gel sen de Cenab-ı Hakkın (c.c.) hakkında olan hükmünü boyun ey. O’na isyân edici, karşı gelicilerden olma. Allah’tan (c.c.) kork. Hem benim, hem de kendi günâhlarını boynuna yükleme. Eğer bu şer kapısını açarsan mahşere kadar bu kapıdan girenlerin günâhlarından da sana açık bir pay var-dır. Eğer düşündüğün günâhı işlersen bunun cezası cehen-nemde ebediyen kalmaktır dedi. (Maide 27-29)
Fakat Kâbil’in gözlerine kin ve haset bürümüştü. Karde-şinin bu söz ve nasihâtlerini dinlemedi.
Hâbil kardeşinin kendisini öldürmek üzere üzerine yü-rüdüğünü görünce korkup kaçtı. Fakat Hâbil’in kaçıp gitmesi Kâbil’in kinini, düşmanlığını söndürmedi. Ondan ölesiye, öl-düresiye nefret ediyordu. Onu bulup, öldürmek için bir fırsat kollamaya başladı.
Bir kaç gün sonra Kâbil Hâbil’in koyunlarını otlattığı yere geldi. Bu sırada Hâbil başını bir taşa koymuş uyuyordu. Kâbil kardeşinin başını bir taşla ezip öldürdü. Böyle vahim bir ola-yın nedeni de bir kadın oldu.
Kâbil, Hâbil’i öldürdüğünde akşam olmak üzereydi. Kâ-bil yirmi beş, Hâbil ise yirmi yaşlarındaydı.
Kâbil kardeşi Hâbil’i öldürünce gökten bir nidâ duydu. Bu nidâ şöyle diyordu.
“-Ey Kabil! Kardeşin nerededir? Toprak onun kanı gibi kokar. Sen onun kanını toprağa mı karıştırdın?”
Kâbil nidâyı duyunca korkarak evine kaçtı.
Sabah olunca Kâbil, Hâbil’in yanına geldi. Ona; ne oldu, ne yapıyor diye baktı. Onun hareketsiz kalakaldığını, donup sertleştiğini bu aralarda fark etti. Ne yapacağını bilemedi.
Kâbil yaptığı büyük günâhın farkına bu aralar da vara-bildi. Yaptığına pişman olmuştu ama artık iş işten geçmişti.
Gökten gelen bir nidâ ona şöyle dedi.
“-Ey Kâbil! Sen masum bir canı kıyanların ilkisin. Kar-deşin Hâbil’se masum olarak öldürülenlerin ilkidir. Böyle kötü bir işin kapısını açtığın için mahşere kadar masum ca-na kıyanların günâhlarından sana bir pay vardır. Kardeşinse masum olarak öldürüldüğünden şehittir. Ona da mahşere kadar şehitlerin sevaplarından pay vardır.” (Maide 30)
Kâbil Hâbil’in cesedinin yanında ne yapacağını bilemez bir durumda kalakalmıştı. Önce cesedi boş bir alana götürüp bıraktı. Kan kokusunu almış yırtıcı hayvanlar, vahşi kuşlar etrafında dönmeye başlayınca kardeşinin cesedini parçalayıp yemelerinden korktu, hemen geri döndü. Cesedi sırtına aldı, kokuncaya kadar sırtında taşıdı. Her nereye giderse yırtıcı hayvanlar, vahşi kuşlar onu takip ederler; etrafında dönerler, dönüşürler, cesedi yemek için bırakmasını, terk etmesini bek-lerlerdi.
Kâbil o zaman kadar ölümü görmemişti ve defin işlemini bilmiyordu. Allah (c.c.) ona defin işini öğretmek için birbirle-riyle kardeş iki karga gönderdi. Bu iki kardeş karga Kâbil’in gözü önünde dövüştüler ve birisi diğerini öldürdü, sonra da ayaklarıyla bir çukur eşti, öldürdüğü kardeşini oraya koydu, üzerine toprakla örtüp, kapattı. (Maide 31)
Onu gören Kâbil:
-Yazıklar olsun bana! Bir karga kadarda mı olamadım? Şu karga bile kardeşinin cesedini örtmekte, ortada bırakmamak-tadır. Ben bundan da mı aciz kaldım? Dedi. Sonra da Hâbil için bir mezar kazdı, onu oraya gömdü.
Kâbil Hâbil’i öldürünce ak olan teni simsiyah oldu.
Âdem (a.s.) işi bitip geri dönünce Kâbil’i o şekilde, simsi-yah buldu. Ailesinin üzerinde kara bulutların dolaştığını he-men anladı.
Kâbil’e:
-Ey Kâbil! Şu gördüğüm şey nedir? Kardeşin Hâbil’i de göremiyorum. Hâbil nerededir? Diye sordu.
Kâbil:
-Bilmiyorum, neredeyse nerededir. Ben onun çobanı de-ğilim dedi.
Âdem (a.s.) Hâbil’i çok aradı fakat bulamadı. Nihayet onu Kâbil’in öldürdüğünü anladı. Buna çok üzüldü. Kendi kendine şöyle dedi.
-Şu yer yüzü ve üzerinde yaşayan insanlar ne kadar de-ğişti. Eskiden her şey ne kadar güzeldi. Şimdi ise hem karan-lık, hem de çirkindir. Rengi ve tadı bozulmuştur. Keder güzel yüzlerdeki sevinci alıp götürmüştür. Onlar benim gibi gülme-yi unuttular. Şunu iyi biliniz ki haksız yere birbirlerini öldü-renlerden sağ kalanda ölüdür.
Kâbil’in Hâbil’i öldürdüğü anlaşılınca Âdem (a.s.) ona:
-Ey Kâbil! Yanımdan git, buralarda durma. Artık sen hiç bir zaman korkutulmaktan uzak kalmayacak, gördüğün kim-selerden de güvenlikte ve selâmette olmayacaksın. Ömrün korku içinde geçecek, bu korku sana yoldaş olacaktır deyip, onu yanından kovdu.
Âdem (a.s.) ve Hz. Havva Hâbil için uzun, uzun ağladı-lar. Yüz sene boyunca yüzleri hiç gülmedi.
Kâbil yanına Aklima’yı alarak Yemen’e, Aden taraflarına gitti. Şeytan karşısına ihtiyar bir adam kılığında çıkıp ona:
-Ey Kâbil! Sevdiğin kadını niye başkasına bırakacaktın? Sen yaptığında haklısın. Sen Rabbimin kurbanını kabul etme-mesini de üzülme. Hâbil ateşe tapanlardandı da onun için ateş onun kurbanını kabul etti, kurbanını yakıp, yedi. Sen de ateşe tapanlardan olursan bütün arzularına ulaşırsın dedi.
Şeytan’ın söyledikleri Kabil’e güzel geldi, gururunu ok-şadı. Ateş yakmaya mahsus bir ev yaptı. Bu evde ateş devamlı yanar, Kabil’de gelir ona tapardı. Böylece o ateşe tapanların ilki oldu.
Kabil’in Aklima’dan birçok çocukları oldu. Fakat bu ço-cukların hepsi de özürlüydü. Çocukları işlediği o büyük gü-nâhı öğrenince onu taşa tuttular. Kâbil oğullarından olup da ona rastlayınca taşa tutmayan kimse yoktu.
Kâbil’in oğullarından birisi âmâydı. Onunda bir oğlu ol-muştu. Bir gün oğluyla birlikte Kâbil’in yanına geldi. Oğlu âmâ babasına:
-Ey baba! Baban Kâbil karşındadır dedi.
Âmâ oğul kinini hâkim olamayarak bir taş attı. Taş Kâ-bil’in başına gelip onu öldürdü. Bu kez kendi oğlu babasına:
-Ey baba! Sen babanı, Kâbil’i öldürdün diye bağırdı.
Bunun üzerine âmâ elini kaldırıp oğluna bir şamar indir-di. Bu şamarla da oğlu ölüverdi.
Bunun üzerine âmâ:
-Yazıklar olsun bana! Attığım taşla babamı, vurduğum şamarla oğlumu öldürdüm diyerek kendi kendine acındı.
Kâbil Âdem oğulları içinde ilk kan döken, cana kıyan, Al-lah’ın (c.c.) emirleri olan şeriata karşı çıkan, bu kötü âdeti baş-latan, Şeytan’ı sevindiren kişidir. Bu yüzden o; masum bir cana kıymanın günâhına, diğer günâhlarına ek olarak; bu bü-yük günâhın ilk işleyicisi ve önderi olduğundan mahşere ka-dar bu günâhları işleyenlerin günâhlarına da ortak olacaktır. Mazlum olarak öldürülen her kişinin günâhından ona bir pay ayrılmaktadır. Hâbil’de mazlum olarak canı kıyılan, şehit edi-len ilk kişidir. (Maide 30)
Âdem (a.s.) çocuklarına peygamber olarak gönderildi. O peygamberlerin ilkidir. Kendisine on Sahife indirildi. Sahifele-ri getiren Cebrail (a.s) Ona yazı yazmasını da öğretti. Sahifele-ri Âdem (a.s.) el yazısıyla yazdı.
Adem (a.s.) bir gün zürriyetinden gelecek peygamberleri merak ederek:
-Ya Rabbi! Zürriyetimden gelecek peygamberleri görmek ve tanımak istemekteyim. Ya Rabbi! Bana onların en azından bir kısmını tanıt diye dua etmiş, Cenab-ı Hak’ta (c.c.) Ona bazı büyük peygamberlerin suretlerini cennet ipeklerinden yapıl-mış bir kumaşa nakşettirip göndermişti. Âdem (a.s.) onları kaldığı mağaranın yanındaki bir mahzende saklıyordu.
Bu resimler Âdem oğullarından nesilden nesle geçerek Zülkarneyn’e (a.s.) ulaştı. Zülkarneyn (a.s.) onları mahzenden çıkarıp Danyal’a (a.s.) verdi. Danyal’da (a.s.) ipek kumaşlara çizdirdi. Bu resimler nesilden nesle, kraldan krala geçerek Kayser Heraklius’a kadar geldi. Kayser; Hz. Ebu Bekir’in İs-tanbul’a gönderdiği elçilerine bu resimleri sandıklarından çı-karıp; birer, birer gösterdi. Elçiler resimlerin arasında pey-gamberimizin resmini görünce ağlaştılar.
Âdem (a.s.) ölüm döşeğine düşünce oğullarına:
-Çocuklarım benim canım cennet meyvelerinden yemeyi özlüyordur dedi.
Adem’in (a.s.) bu sözleri gerçekte ölümün yaklaştığını haber vermekteydi. Fakat çocukları yanlış anladılar, babaları için cennet meyveleri aramaya çıktılar. Yolda bazı meleklerle karşılaştılar. İçlerinde Azrail’de (a.s.) vardı. Meleklerin elle-rinde; kefen, çeşitli kokular, kazma, kürek birde zenbil bulu-nuyordu. Bunları Adem (a.s.) için getirmişlerdi.
Melekler Âdem oğullarının bir şeyler arandıklarını fark edince onlara:
-Ey Âdem oğulları! Nereye gidiyorsunuz? Telaşla ne aramaktasınız? Diye sordular.
Onlar da:
-Babamız çok hastadır. Cennet meyvelerini yemeyi özle-diğini söylemektedir. Bizler cennet meyvelerini bulup, topla-yacak; ona götüreceğiz dediler.
Meleklerde onlara:
-Sizler geri dönünüz. Babanız bu sözleriyle vefat etmek üzere olduğunu söylemiştir. Onun eceli geldi dediler.
Bunun üzerine Âdem oğulları meleklerle birlikte geri döndüler. Melekler oldukça kalabalık bir gruptu. Onlar içeri girince Hz. Havva korkup Âdem’in (a.s.) koluna yapıştı.
Âdem (a.s.) ona:
-Onlar yüce Rabbimin gönderdiği meleklerdir. Sen ko-nuklarımla aramdan çekil dedi.
Azrail (a.s.) yanaşarak Âdem’in (a.s.) ruhunu kabzetti. Meleklerde Onu yıkadılar, kefenlediler, koku sürdüler, bir tabuta koydular. Ardından bir mezar kazdılar. Melekler tabu-tun ardına dizildiler. İçlerinden birisi öne geçti ve cenaze na-mazını kıldırdı. Namaz bitince meleklerden bir kaçı kabre gir-diler, tabutu indirip yerleştirdiler. Üzerini kerpiçle kapattıktan sonra toprakla örttüler.
Her şey bitince:
-Ey Ademoğulları! İşte ölüleriniz hakkında tutacağınız yol budur dediler.
Âdem (a.s.) bir Cuma günü dokuz yüz kırk yaşında ol-duğu halde vefat etmiştir. Defnedildiği yer Ebu Kubeys da-ğında, içinde bir zaman oturduğu, yaşadığı mağaradır.
Âdem’in (a.s.) vefatından iki sene sonra da Hz. Havva ve-fat etti. Onu da Adem’in (a.s.) yanına gömdüler.
Âdem (a.s.) vefat ettiğinde, geride kırk bin kişiye yakın bir nesil, Tek Bir Allah’ın (c.c.) varlığı, O’nun emirlerine uyulması, O’na kulluk edilmesi bilgilerini içeren ve Allah (c.c.) tarafından kendisine bahşedilmiş on sayfalık bir suhuf bırak-mıştı. Bu yüzden Ademoğullarına gönderilen ilk peygamber, ilk resul Âdem (a.s.) oldu.
Âdem (a.s.) vefat ettikten uzun bir müddet sonra ruhlar âleminde gezinirken kendi neslinden gelen Musa (a.s.) ile kar-şılaştı. Musa (a.s.) Âdem’i (a.s.) hemen tanıdı. Ona şöyle dedi.
-Ey Âdem! Sen bizim babamızsın. Bizler o geçici, meşâk-katli, imtihan dünyasına senin zürriyetinden geldik. O büyük günâhı işleyerek bizi Cennet’ten çıkarıp, mahrum ve perişan ettin diyerek serzenişte bulundu.
Âdem’de (a.s.) Ona:
-Ey Musa ! Ey oğlum! Sen ki Musa’sın. Yüce Allah (c.c.) Seni kelâmına muhatap edip, önceki gelenlerden üstün kıldı. Kendi eli ile Sana kitap yazdı.
Allah (c.c.) beni yaratmadan kırk yıl önce üzerime olan takdirini belli etmişti. O takdir benim kaderimdir. O takdirin içinde o zaman Ben de bulunan sizlerde vardınız. Sen bilmez misin ki her şey Onun takdiri, Onun bilgisi, Onun ilmi dahi-lindedir,
Sen; ben yaratılmadan önce yapılan bu takdirden, kade-rimden dolayı beni kınama. Çünkü bu O’nun muradıdır. O’nun bu muradının tecellisi içinde sizin bilmediğiniz pek çok hayırlar, hikmetler gizlidir. Muhakkak ki O Rabbimin hikmet-i ilâhiyesi ve izniyle sizler için açılan bir rahmet kapısıdır.
Musa’da (a.s.) Onun bu sözleri sonunda susmak zorunda kaldı.
Âdem (a.s.) ömrü boyunca Allah’ın (c.c.) emir ve buyruk-larını evlâtlarına öğretmeye çalışmıştı. O, bunu kendisine veri-len en büyük görev kabul eder, titizlikle uygulamaya çalışırdı. Onun öğretisi semâvi dinlerin ortak öğretisidir. O Adem oğul-larının hem babası, hem de ilk peygamberidir.
♦ ♦ ♦
Âdem (a.s) yeryüzüne indiğinde önce büyük bir şaşkınlık ve korku içindeydi. Sonra bu şaşkınlık ve korku; güçlü, derin ve atak bir meraka dönüşmüştü. Onun bu özelliği evlatlarına geçti. O günden beride bütün Adem oğulları kanılmayan bir susuzluğa benzeyen bu derin ve güçlü merak duygusu için-dedirler. Şüphesiz ki onları devamlı öğrenmeye, bilmeye, araş-tırmaya iten, onları diğer yaratılanlardan üstün yapan bilgileri elde etmenin en büyük vesilesi, Allah (c.c.) tarafından yüce Cetlerine ihsan buyrulmuş ve Ondan miras kalmış olan bu güçlü merak duygusudur.
Adem oğulları babalarından öğrendiklerinin yanı sıra yi-ne ondan kalan bu derin merak ve öğrenme duygusuyla do-ğayı gözlediler, onu taklit ettiler. Bazı hayvanların diğerlerini yakalayıp öldürdüklerini sonra da yediklerini görünce kendi-leri de hayvanlar yakaladılar. Zamanla onları ehlileştirdiler. Bazı hayvanların ağaçlardaki bazı meyveleri, bazı bitkileri yiyip bazılarını yemediklerini görünce bunlardan dersler çı-kardılar. Sadece hayvanların yedikleri meyveleri, bitkileri ye-diler. Böylece meyvelerin, bitkilerin zararsızlarını zararlıların-dan ayırmayı öğrendiler. Bu bitkileri, meyve veren ağaçları yetiştirmenin yollarını aradılar ve buldular. Çiftçilik bilgileri gün güne gelişti.
Doğada mükemmel bir nizam vardı. Onlara çok yararlı olacak bilgilerle doluydu. Doğayı araştırıp taklit ederek pek çok bilgilere sahip oldular ve bu bilgilerini çoğalttılar. Adem oğullarının bilgi kaynağı ve ilk öğretmeni doğaydı.
Bazı hayvanların pençeleriyle diğer hayvanları kolayca yakalayıp parçaladıklarını görünce keskin çakmak taşlarından, ağaçlardan ve diğerlerinden kendilerine pençeler, silahlar yap-tılar. Öğrendiklerini çocuklarına ve diğer nesillere aktardılar. Böylece fen bilgileri de gelişip, çoğaldı.
Babalarından kendilerine kalan basit bir dil vardı. İlk dö-nemlerde bu dil onlara yetiyordu. Fakat bilgi birikimleri art-tıkça bu dil yetmez oldu. Yeni kelimelere ihtiyaç duydular. Yeni kelimeler türetip geliştirerek amaçlarını, ihtiyâçlarını bir-birlerine daha kolay ifade etmenin, anlatmanın yollarını bul-dular. Böylece Adem oğulları arasında gerçek mânâ da ilk dil doğmuş oldu.