ÇALISMANIN KUTSANMASI
1770'te, Londra'da “Alisveris ve Ticaret Üstüne Bir Deneme” adli imzasiz bir yapit yayimlandi. O dönemde belirli bir yanki uyandirdi. Büyük bir insansever olan yazar söyle diyordu: “Ingiltere'nin fabrika isçisi güruhu, Ingiliz olduklari için, kendini olusturan tüm bireylerin, dogustan kaynaklanan bir hakla, Avrupa'nin baska ülkelerindeki isçilerden daha özgür, daha bagimsiz olma ayricaligina sahip bulundugu saplantisina kaptirmisti kafasini. Bu düsünce, askerlere yararli olabilir, yigitlik asilamak bakimindan. Ama fabrika isçileri, bu düsünceyi ne denli az benimsemis olurlarsa, hem kendileri, hem de devlet için o kadar iyi olur bu. Isçiler, kendilerini hiçbir zaman üstlerinden bagimsiz sanmamalidirlar. Böylesi özgürlük ve bagimsizlik hayranligi, bizimki gibi bir devlette, belki de nüfusunun sekizde yedisinin malinin mülkünün az oldugu ya da hiç olmadigi bir devlette çok büyük tehlikedir. Endüstrideki yoksullarimiz bugün dört günde kazandiklarini alti günde kazanmaya razi olmadikça, tam iyilesme gerçeklesemez.”
Böylece, Guizot'dan (Gizo) yüz yil önce Londra'da çalisma, insanin soylu tutkulari için bir fren olarak ögütleniyordu açiktan açiga.
Napoléon, 5 Mayis 1807'de, Alman kenti Osterode'dan sunlari yaziyordu: “Halklarim ne kadar çok çalisirsa, kötülükler o kadar azalir. Ben bir buyurganim (…) ve pazar günleri, dua saatinden sonra, dükkânlarin açik tutulmasini ve isçilerin islerine gitmelerini buyurmaya hazirim.” Tembelligi kökünden söküp atmak ve onun dogurdugu böbürgenlik ve bagimsizlik duygularini bastirmak için, “Ticaret Üstüne Deneme” yazari, yoksullari ideal çalisma evlerine (Idea Workhouse) kapamayi öneriyordu. Ona göre, bu evler, yemek saatleri disinda, dolu dolu 12 saatlik bir ugrasmayla, günde tam 14 saat çalisilan terör evleri olacakti.
Günde 12 saat çalismak; iste, 18. yüzyil filozof ve ahlakçilarinin ideali. Öteleri olmayanin (nec plus ultra) nasil da astik sinirini! Günümüzün islikleri, isçi kitlelerinin hapsedildigi, yalnizca erkeklerin degil, kadinlarin ve çocuklarin da 12-14 saat zorla çalismaya mahkûm edildigi ideal çocuk iyilestirme evleri durumuna gelmistir. (7)
Demek, “Terreur” (Terör) Dönemi kahramanlarinin çocuklari, 1848'den sonra, fabrikalarda çalismayi 12 saatle sinirlayan yasayi bir devrim basarisiymis gibi kabul edecek denli çalisma dininin alçaltisina teslim etmisler kendilerini! Onlar, “çalisma hakki”ni devrimci bir ilke ilan ediyorlardi. Yaziklar olsun Fransiz isçi sinifina! Yalnizca köleler böylesi bir alçalmaya düsebilirlerdi. Kahramanlik Dönemi'nin Yunanlisina, böyle bir alçalmayi düsünebilmesi için yirmi yillik bir kapitalist uygarlik gerekirdi.
Zorunlu çalismanin acilari, açlik iskenceleri, Incil'de sözü geçen çekirgelerden daha çok sayida isçi sinifinin üzerine abanmissa, onlara kucak açan isçi sinifinin kendisidir.
1848'de isçiler, elde silah, istedikleri bu çalisma eylemini yine kendi ailelerine zorla kabul ettirdiler; karilariyla çocuklarini, endüstri babalarina teslim ettiler. Aile yuvalarini kendi elleriyle yiktilar; karilarinin sütlerini kendi elleriyle kuruttular. Gebe kadinlar, çocuk emziren zavalli kadinlar maden ocaklarina, fabrikalara gittiler, belleri büküle büküle, sinirden öle öle. Erkek isçiler, kendi elleriyle çocuklarinin yasamini söndürdüler, canliligini yok ettiler. -Yuf olsun isçilere! Nerede o ortaçag halk öykülerimizin, eski masallarimizin o sözünü sakinmayan, dobra dobra konusan, sarap düskünü halalari, teyzeleri! Durmadan taban tepen, yemek pisiren, sarki söyleyen, neseler yaratip canlilik saçan, agrisiz sizisiz, saglam ve gürbüz çocuklar doguran kadinlar nerede? Bugün, uçuk renkli ciliz çiçekler örnegi, solgun tenli, bozuk mideli, kolu budu tutmaz olan fabrika kizlarimiz ve kadinlarimiz var!… Saglam zevkler tatmamislar hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir sey söyleyemezler! -Ya çocuklar? Çocuklara 12 saat çalisma! Gözün çiksin yoksulluk!- Ama, Manevi ve Politik Bilimler Akademisi'nin bütün Jules Simonlari, Cizvitlerin tüm Germinysleri, çocuklari aptallastirmak, içgüdelerini bozmak, bedenlerini çürüge çikarmak için, kapitalist isliklerin bozuk havasi içindeki çalismadan daha yikici bir kötülük bulamazlardi.
Çagimiz, çalisma yüzyilidir, diyorlar; aslinda acinin, yoksullugun, kokusmuslugun yüzyilidir.
Bununla birlikte, burjuva filozoflar, ekonomiciler, söyledikleri güç anlasilan Auguste Comte'dan gülünç ölçüde açik seçik Leroy-Beaulieu'ye, sarlatanca romantik Victor Hugo'dan, böncesine kaba saba Paul de Kock'a kadar kentsoylu yazarlarin hepsi, çalismanin büyük çocugu Ilerleme Tanrisi'nin onuruna mide bulandirici sarkilar söylediler. Onlara bakilirsa, mutluluk egemen olacakti dünyada; daha simdiden ha geldi, ha geliyor gibiydi. Bu baylar, geçmis yüzyillara uzanip günümüzün tadini tuzunu kaçiracak seyler getirmek için, derebeylikteki yoksullugun kirini pasini eselediler. Bu karni tok, sirti pek, daha dün büyük senyörlerin çanak yalayicisi, bugün kentsoylularin kalem usagi olanlar canimizdan bezdirmediler mi bizi, retorikçi La Bruyère'in anlattigi köylüyle. Eh, peki! Alin size, 1840 kapitalist ilerleme yilinda isçilerin yararlandigi nimetlerin parlak bir tablosu. Bu tabloyu, bu baylardan biri, enstitü üyesi Dr. Villermé çiziyor. Bu kisi, 1848'de kitlelere kentsoylu ahlakinin ve ekonomisinin aptalliklarini asilayan bu bilginler derneginin üyesiydi. Thiers, Cousin, Passy ve akademisyen Blanqui de bu dernekte yer aliyordu.
Dr. Villermé, islikler kenti Alsace'dan, hani su insanseverligin ve sanayi cumhuriyetçiliginin gülleri Kestnerlerin, Dollfuslerin Alsace'indan söz ediyor. Ama, doktor, isçilerin yoksunlugunu önümüze sermeden önce, eski endüstri zanaatçisinin durumunu anlatan Alsaceli bir islik sahibine, Dollfus-Mieg Sirketi ortaklarindan Th. Mieg'e kulak verelim:
“Mulhouse'da, bundan elli yil önce (1813'te makineli modern endüstri dogarken), isçilerin hepsi, kentte ve çevredeki köylerde oturan ve hemen hepsi, bir evi, çogu kez bir küçük tarlasi olan topraga bagli kisilerdi.” (8)
Çalismanin altin çagiydi o dönem. Ama o günler, Alsace, endüstrisi ve pamuklulariyla dünyayi mala, Dollfuslarini, Koechlinlerini milyonlara bogmuyordu. Ama yirmi bes yil sonra, Villermé, Mulhouse'a gittiginde, modern minotaure (9) kapitalist islik, ülkeyi fethetmisti; insan çalismasina olan susuzlugu içinde isçileri yuvalarindan koparip almisti, onlari daha bir egip bükmek, içlerine çalisma istegini daha bir sokabilmek için. Isçiler makinenin sesine kosuyorlardi binler ve binlerce.
“Bunlarin büyük bir bölümü, 17 binde 5 bini,” diyor Villermé, “kiralarin yüksekligi yüzünden, komsu köylerde oturmak zorundaydilar. Kimileri de, çalistiklari islikten bir buçuk fersah ötelerde oturuyordu.” “Is, Mulhouse'da, Dornach'ta, yaz-kis sabahin besinde basliyor, aksamin besinde sona eriyordu.. Her sabah kente gelislerini, her aksam dönüslerini görmeli. Aralarinda, solgun benizli, bir deri bir kemik kadinlar var, hepsi de çamur deryasinda yalinayak yürüyen, yagmur ya da kar yagdiginda, semsiyeleri olmadigi için, yüzlerini ve boyunlarini korumak için önlüklerini ya da etekliklerini baslarina geçiren kadinlar. Onlarin yani sira, onlar kadar kire pasa batmis, solgun benizli, partallar içinde, üstleri baslari makine yaglarina bulanmis sürü sürü gencecik çocuk var. Bunlar, su geçirmez giysileri altinda yagmurdan daha iyi korunuyorlar. Sözünü ettigimiz kadinlar gibi koltuklarinin altinda günlük yiyecekleri bile yok. Yalnizca, eve dönünceye kadar agizlarina atacaklari ekmek parçasini ellerinde tutuyor ya da ceketlerinin altinda sakliyorlar.”
“Böylece, en az 15 saat sürdügüne göre, upuzun bir günün yorgunluguna, bu zavallilar için, sik sik zahmetli gidis gelislerin yorgunlugu da ekleniyor. Sonunda, aksamlari evlerine uyuma gereksinimiyle yorgun argin dönüyor ve ertesi gün, açilma saatinde atölyelerde bulunmak üzere evden çikiyorlar, doyasiya dinlenmeden.”
Iste simdi, kentlerde oturanlarin üst üste, tikis tikis yasadigi berbat konutlar:
“Mulhouse'da, Darnach'ta ve komsu evlerde, iki ailenin birer kösede, iki tahta arasinda yere serpilmis samanlar üzerinde yattigini gördüm. Haut-Rhin ilinde pamuk sanayisi isçilerinin içinde yasadiklari asiri yoksulluk, su yürekler acisi sonucu doguruyordu: Üretici tüccarlarin, kumasçilarin, fabrika müdürlerinin ailelerinde yasayan çocuklarin yarisi 21 yasina basarken, dokumaci ve pamuk iplikçisi ailelerdeyse, ayni çagdaki çocuklarin yarisi iki yil önce ölüp gidiyorlardi.”
Villermé, islik çalismalarindan söz ederken, sunlari ekliyor:
“Oradaki çalisma, bir is, bir görev degil, bir iskencedir. Ve bu iskenceyi alti ile sekiz yas arasindaki çocuklara uyguluyorlar. Bu, özellikle pamuk ipligi isliklerinde çalisan isçileri yipratan, her Tanrinin günü çekilen sonu gelmez bir iskencedir.”
Çalisma süresi konusunda da Villermé, ceza sömürgelerinde kürek mahkûmlarinin günde 6 saat, Antiller'deki kölelerin 9 saat, oysa 1789 Devrimi'ni gerçeklestirmis ve o gösterisli Insan Haklari'ni ilan etmis olan Fransa'da, bir buçuk saat yemek molasiyla birlikte, atölye isçilerinin günde 16 saat çalistirildiklarini saptiyor. (10)
Ey burjuvazinin devrimci ilkelerinin acinasi basarisizligi! Ey Ilerleme Tanrisi'nin iç karartici armagani! Filozoflar, hiç çalismadan para pul, han hamam edinmek için yoksullara is verenlere, insansever diye alkis tutuyorlar. Bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumlari saçmak, su kaynaklarini zehirlemek daha iyidir. Fabrika isçiligini baslatin, ne nese kalir ortada, ne saglik, ne de özgürlük. Yasami güzel ve yasanmaya deger yapan ne varsa, hepsi gitti gider. (11)
Ekonomi uzmanlari da, isçilere “toplumsal zenginligi artirmak için çalisin!” deyip duruyorlar hep. Ama, bir baska ekonomist, Destut de Tracy, onlara söyle yanit veriyor: “Yoksul uluslarda halkin rahati yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur.”
Tracy'nin izleyicisi Cherbuliez de söyle ekliyor: “Isçiler üretken anaparalarin birikimine katkida bulunarak, kendilerini er geç ücretlerinin bir bölümünden yoksun birakacak olaya yardim etmis oluyorlar.” Ama, kendi yaygaralariyla sagirlasmis ve aptallasmis olan ekonomi uzmanlari “kendi gönencinizi yaratmak için çalisin!” diyorlar isçilere yanit olarak. Anglikan Kilisesi rahibi saygideger Townshend, Hiristiyan hosgörüsü adina sunlari söylüyor boyuna: “Çalisin, gece gündüz demeden çalisin! Çalisarak yoksullugunuzu artirirsiniz; sizin yoksullugunuz da, yasa gücüyle sizleri zorla çalistirmaktan kurtarir bizi. Yasa zoruyla çalismak çok sikinti verir, çok zorlanma gerektirir, çok gürültü patirtiya yol açar. Açliksa, tam tersine, gürültüsüz, sessiz sürekli bir baski degildir yalnizca, çalisma ve ugrasin en dogal dürtüsü olarak, en etkili çabalara da yol açar ayni zamanda.”
Çalisin, çalisin isçiler, toplumsal serveti ve kendi yoksullugunuzu artirmak için çalisin. Çalisin ki, daha da yoksullasarak daha çok çalismak ve yoksullasmak için birtakim nedenleriniz olsun. Kapitalist üretimin acimasiz yasasi budur iste.
Isçiler, ekonomi uzmanlarinin aldatici sözlerine kulak verdikleri için, kendilerini canla basla çalisma tutkusuna adamislardir. Isçiler, tüm toplumu, toplumsal organizmayi bastan basa sarsan sanayideki asiri üretimin bunalimlari içine atiyorlar. Öyle ki, mal çoklugu, alici yoklugu yüzünden islikler kapaniyor ve açlik, isçi nüfusa adeta kirbaçla veryansin ediyor. Çalisma dogmasiyla serseme dönen isçilerin, sözde gönenç döneminde baslarina bela ettikleri asiri üretim, bugünkü yoksulluklarinin nedenidir. Bugday ambarina kosup “Açiz, bir seyler yemek istiyoruz! Bir tek mangirimiz bile yok. Isin dogrusu bu, ama metelige kursun atmakla birlikte, bugday hasadini ve bagbozumunu yine de bizler yaptik..” demeye gerek yok. Sanayi manastirlarinin kurucusu Bay Bonnet de Jujurieux'nün ambarlarini kusatip, söyle haykirmanin da geregi yok: “Bay Bonnet, iste sizin iplikçi, dokumaci kadin isçileriniz, bir Yahudi'nin gözünü yasartacak denli yamali pamuk giysileri içinde soguktan titresiyorlar. Ama bununla birlikte, tüm Hiristiyan dünyasinin hoppa kadinlarinin ipekli giysilerini dokuyanlar onlardi. Zavalli kadinlar günde 13 saat çalisiyorlardi. Süslenmeye zamanlari yoktu. Simdi issizdirler ve dokuduklari ipeklileri hisirdata hisirdata giyebilirler. Sütdislerini döktüklerinden beri, kendilerini sizin servetinize adadilar ve perhizli bir yasam sürdüler. Simdi günleri bos geçiyor ve çalismalarinin meyvalarini almak istiyorlar biraz. Haydi Bay Bonnet, ipeklilerinizi veriverin, Bay Harmel muslinlerini, Bay Pouyer-Quertier kasalarini, Bay Pinet de, soguk ve islak küçük ayaklari için potinlerini verecek… Bastan ayaga giyinik ve kipir kipirdirlar, onlari seyretmek hosunuza gidecektir. Haydi, hik mik etmeyin. -Siz insanligin dostusunuz, üstelik Hiristiyansiniz degil mi?- Canlarini dislerine takarak kazandirmis olduklari servetinizi kadin isçilerinizin buyruguna verin. -Siz ticarete gönül baglamis degil misiniz?- Öyleyse mallarin dolasimini kolaylastirin; iste size haphazir tüketiciler. Onlara sinirsiz krediler saglayin. Bunu, Adem ve Havva'dan bu yana tanimadiginiz ve size hiçbir sey, hatta bir bardak su bile vermemis olan tüccarlara da yapmak zorundasiniz. Kadin isçileriniz, ellerinden geldigince bunu saglayacaklardir. Vadenin son buldugu günde kaytarmaya baslar, imzalarinin protesto edilmesine yol açarlarsa, onlari iflasa sürüklersiniz; eger haczedecek hiçbir seyleri yoksa, borçlarini duayla ödemelerini istersiniz: onlar, les gibi tütün kokan, kara cüppeli papazlardan daha iyi yollarlar cennete sizi.”
Ürünlerin genel bir dagiliminda bunalim anlarindan ve evrensel bir eglenceden yararlanacak yerde açliktan ölen isçiler, gidip baslarini isliklerin kapilarina çarpiyorlar. Solgun yüzler, bir deri bir kemik bedenler, acinasi sözlerle fabrikacilari kusatiyorlar: “Iyi yürekli Bay Chagot, sevecen Bay Schneider, daha is verin bize. Bize aci çektiren açlik degil, çalisma tutkusudur.”
Ve ayakta zor duran bu zavallilar 12-14 çalisma saatini sofralarinda ekmek oldugu zamankinden iki kat daha ucuza satiyorlar. Sanayinin insanseverleri de ucuza üretim yapmak için, issizlikten yararlaniyorlar. Eger sanayi bunalimlari, gecenin gündüzü izledigi gibi, asiri çalisma dönemlerini ister istemez izliyor ve kaçinilmaz yoksullukla çikar yolu olmayan issizligi ardindan sürüklüyorsa, o zaman acimasiz iflaslari da getiriyordur yedeginde. Üretici, üretme kredisi buldugu sürece, çalisma kudurganliginin dizginlerini koyverdi mi, islenecek ham madde saglamak için habire borçlanir da borçlanir. Piyasanin bogazina kadar dolup tastigini; mallar bir türlü satilmayinca da, bono vadelerinin dolacagini düsünmeksizin, durmadan üretir de üretir. Kuyrugu sikisinca da gidip Yahudi'ye yalvarir, ayaklarina kapanir, kanini, onurunu ayaklar altina atar. Rothschild: “Birazcik altin isi görür. Deponuzda 20 bin çift çorabiniz var. Ben onlari dört metelige satin alirim…” diye yanitlar onu. Çoraplari alinca da, onlari 6-8 metelige satar ve hiç kimsenin olmayan çil çil yüz meteligi indirir cebine. Ama üretici, daha iyi atlayabilmek için geri geri çekilmistir. Sonunda iflas sökün eder ve depolar dolup tasar. O zaman kapidan içeriye nasil girdikleri bilinmeyen mallar pencereden disari firlatilir. Çünkü, yok edilen mallarin degeri yüzlerce milyonu bulmustur. Geçen yüzyilda bunlar, ya yakilir ya da suya atilirdi. (12) Ama bu sonuca varmadan önce, üreticiler, yigilan mallari için pazar pesinde dünyayi dolasiyorlar, pamuklularini piyasaya sürmek için de hükümetlerini, Kongolari yurt topraklarina katmaya, Tonkenleri almaya, Çin Seddi'ni topa tutup yerle bir etmeye zorluyorlar. Son yüzyillarda Amerika'da ya da Hindistan'da kim satis tekelini elde edecek diye, Fransa ile Ingiltere arasinda ölesiye bir savasim sürüp gidiyordu. Binlerce genç ve gürbüz insan, 15., 16. ve 17. yüzyillarin sömürge savaslarinda, denizleri kanlariyla kizila boyamislardi.
Mallar gibi anaparalar da bollasiyor. Para babalari, onlari nereye koyacaklarini bilemiyorlar. O zaman, sigaralarini içerek aylak aylak güneslenen uluslara gidiyorlar, demir yollari dösemeye, fabrikalar kurmaya ve çalismanin ugursuzlugunu götürmeye. Fransiz sermayesinin disa akisi, bir sabah diplomatik güçlüklerle sona eriyor: Fransa, Ingiltere ve Almanya'nin, hangi tefecinin önce alacagi konusunda saç saça, bas basa birbirlerine girmek üzere olduklari Misir'da; sonra da netameli borçlari toplamak amaciyla mübasirlik yapmak üzere Fransiz askerlerinin gönderildigi Meksika Savaslari'nda. (13)
Bu bireysel ve toplumsal yoksunluklar, büyük, sayisiz ve sonsuzmus gibi görünseler de, isçi sinifi “istiyorum onu!” deyince, yaklasan aslanin karsisinda toz olan sirtlan ve çakallar gibi, ortadan kalkacaklardir. Ama isçi sinifi kendi gücünün bilincine varmak için, Hiristiyan ahlakinin, ekonominin, liberal düsüncenin önyargilarini ayaklar altina almalidir. Dogal içgüdülerine dönmeli; kentsoylu devriminin metafizikçi savunucularinin hazirladigi veremli Insan Haklari'ndan binlerce kez daha kutsal olan Tembellik Hakki'ni ilan etmeli; günde üç saatten çok çalismamaya kendini zorlamali, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tika basa yemeli.
Buraya kadar isim kolaydi, hepinizin çok iyi bildigi kötülükleri dile getirmekten baska bir sey yapmadim, ne yazik ki! Ama verilen sözlerin bir saptirmaca; daha yüzyil basindan bu yana içine itildigi asiri çalismanin insanoglunun basina gelen belalarin en korkuncu olduguna isçi sinifini inandirmaya kalkismak, benim gücümü asan bir istir. Ancak, akillica düzenlendigi, günde en çok üç saatle sinirlandigi zaman, çalismanin, tembellik zevkinin tadi tuzu, insan bedenine hayirli bir alistirma, toplumsal düzene yararli bir tutku olacagini anlatmak da yine beni asan bir istir. Yalnizca fizyologlar, saglikbilimciler ve komünist iktisatçilar bu ise girisebilirler. Ilerideki sayfalarda, modern üretim araçlari ve onlarin sinirsiz üretim güçleri belli olduguna göre, isçilerin o ipe sapa gelmez çalisma tutkularini bastirmak, ürettikleri mallari tüketmek zorunda olduklarini kanitlamakla yetinecegim.
Yabancı -- 08.04.2010 - 17:33
Yazı çok uzun, uzun yazılara alerjim de yok, seviyorum uzun ve yorucu yazıları ama bugece enerji bulamıyorum bu konuda. O yüzden başlık üzerinden razhatsız olduğum bu kutsanma işine bir kaç isyan cümlesi yazmak istedim.
Çalışmak kutsaldır çünkü bütün kutsallıklar kendimizin dışında birilerini yüceltmek içindir değil mi?
Çalışmak kutsaldır çünkü kutsallığın korunması için, çalışmanın kutsanması da gerekiyor değil mi?
Çalışmak kutsaldır çünkü bu iyi bir motivasyon anlamında en derin mesajı içeren bir söylemdir öyle değil mi?
Çalışmak kutsaldır çünkü kutsal olan sorgulanmamalıdır mesajını da eklemeli değil mi?
1 işini sevmediği için 2 Aslında çalışmayı sevmediği için sanata yönelmek zorunda kalmış biriyim. Biliyorum ki bu güç ve otorite sahiplerinin düzeninde çalıştırılmak insanın varoluş haklarına karşı işlenen ciddi bir suçtur. İnsan doğasının tersine işleyen hastalıklı bir yönetme hırsının nesnesi olmak sonra.
İnsanların en üretken ve canlı, enerjik olduğu saatlerin borç, sahip olacağı nesnenin hayali, yorgunluğunu atıp eğleneceği ve dinleneceği zamanın gerekliliği... Oysa sevişmek varken, gezmek varken, eğlenmek varken...
Bende diyorum gerçek insanı bulmak neden zor! Neden deliriyoruz ve neden çıldırmış insanlar. Neden olacak içgüdüsel olarak farkında tutsaklığının ve bu onun dengesini bozuyor.
Oh be buraya da yazdım rahatladım.
Tanrısız, Devletsiz, Dinsiz bir Dünya istiyorum. Eylemsizliğime rağmen, bana rağmen, insana rağmen. Rağmen.
Yabancı -- 08.04.2010 - 17:46
Başlık üzerinden son hız gidesim var, dolmuşum artık :)
Şu gelenek ve Din saçmalığı yokmudur, vardır. Bu saçmalığın yasaklarına ve baskılarına kayıtsız şartsız boyun eğen ve mutlu olduğunu söyleyen mankafalar varmıdır, vardır. Bütün bir günü ödemeyemediği borçları düşünerek, bakmakta zorlandığı çocuklarının hayatında yarattığı sıkıntıyı dindirmeye çalışarak, yine de pişkin pişkin gülerek ve umursamadan yaşayarak, futbol, magazin, popüler kültür derken tüketmekten ve yok etmekten başka bir haz aramayarak, konforu için, fazlası için yine de herşeyi yapabilecek açgözlülüğünü görmeyerek...
Neyse çalışmak gereksizdir. Çalışmanın tanımı başkadır, çalışmak kişinin gönüllü ve istekli katılımıdır ve içinde olduğu adil düzenin devamı ve insanlığa hizmet anlamında yapılması gereken, ancak o zaman kutsallık tanımını hak edecek birşeydir.
Ne gökyüzü benim, ne yıldızlar, ne kadın/erkek benim ne de o deniz.
Çalışmak mı dediniz.
Yine de yarışı kazanabilirim o zaman deniz de benim, yıldızlarda
Fakat kimilerinin rüyaları 'benim' le başlamaz biliniz.
MoRGaNa -- 08.04.2010 - 17:56
tüketmekten haz alanlardan bahsediyorsun.
haz aldıkları bir şeyden vazgeçmelerini istemen (ya da dilemen ya da aslında onlara acıman da diyebiliriz buna), onların senin şu an haz aldığın şeyden vazgeçmeni istemeleri kadar anlamsız değil mi?!
Yabancı -- 08.04.2010 - 18:11
Ben minimal sahiplikten yanayım. Ölmeyeceğin kadar. Bu belkide bir tepki koymuş olmaktır özünde. Kişilerin hazlarının nesneleri algılarını belirliyor gibi bir genelleme yapamasamda bu haz ve nesnesi yaklaşımının önemli detaylar gizlediğini düşünüyorum.
Bütün olay haz aslında ve bir şekilde tatmin ama işi bir yaşam biçimi, sistematik bir varoluş düzenine kadar vardırabiliyor insan. Ama konu haz üzerinden giderse içinden kolay çıkabileceğimi sanmıyorum. Çünkü herşeyi hazza indirgeyebiliriz sonuçta ama yıkıcı ego gibi onunda dereceleri yokmuydu? Tabi hep olduğu gibi aklım karışık böyle derinlikli konularda. Bildiğim yaşayış biçimyle tepkiyi vermek ve içindeki karmaşıklığı böyle dindirmek.
Minimal yaşam mı tepkiselliğim, tamam o halde bunu yaşayarak ve uygulayarak tutarlı davranmak. Sözcükler sonsuz çağrışımlar, mantık kurguları taşıyor ama fiili olan daha net değilmi?
MoRGaNa -- 08.04.2010 - 18:17
uygulamak/yaşamak net olan tek şeydir.
sözcükler anlaşmak için kolay bir yol gibi görünmekle birlikte, iş anlatıma döküldümü içleri boştur. muğlaklığı tercih eder en net tanımları yaparken bile...
oysa eylemi konuşmaya gerek kalmaz.
o zaten olandır.