1899’da Birleşik Devletler senatosunda şunlar söylenmişti; “Tanrı, İngilizce konuşan ve Cermen halkları binlerce yıldır boş ve değersiz bir kendini beğenmişlik için hazırlamıyor... O bizi, vahşi ve zayıf halklar üzerinde egemenlik kurabilelim diye, hükmetmekte ustalaştırdı.” Transistörü icat edenlerden biri olan B. Shockley, siyahların genetik olarak beyazlardan daha az zeki olmasından ötürü onlara eşit fırsatlar verilmemesi gerektiğini ileri sürmüştü, ki bu fikir meşhur psikolog Hans J. Eysenck tarafından da savunulmuştu. İnsan doğası, diğer hayvanların yaşam tarzlarıyla çarpıtılmış paralellikler kurulmak suretiyle, tüm toplumsal bozuklukların kaynağı ve izahı olarak görülmektedir. Sosyobiyolojinin daha kapsamlı bir iddiası, ırkçılık ve milliyetçiliğin, “akraba seçimi”nin bir ürünü olan kabileciliğin doğal uzantıları olduğudur. “Milliyetçilik ve ırkçılık” der E. O. Wilson, “basit kabileciliğin kültürel olarak doğal sonucudurlar.” Bu fikir Richard Dawkins tarafından bile ileri sürülür: “Belki de ırksal önyargılar, yakın akrabaları seçebilmek için fiziksel olarak kendine benzeyen bireyleri belirleme ve görünüşü farklı bireylere kötü davranma eğiliminin akılsızca bir genellemesidir.”[5]
Sosyobiyolojinin babası olan E. O. Wilson’a göre, “avcı-toplayıcı toplumlarda erkek avlanır ve kadın evde kalır. Bu güçlü eğilim çoğu tarım ve sanayi toplumunda da sürüp gider ve yalnızca bu bile genetik bir orijin olduğunu gösterir.” Erkeklerin “doğal olarak” çok eşli, kadınlarında “doğal olarak” tek eşli olduklarını söyler. Sosyobiyolojinin karakteristik özelliği, erkek egemenliği ve sınıfsal yapının haklı çıkarılışı olarak insanın toplumsal ilişkilerinin hayvanlar dünyasıyla karşılaştırılmasıdır. “Genetik eğilim” der Wilson, “geleceğin en özgür en eşitlikçi toplumlarında bile sağlam ve dayanıklı bir işbölümüne yol açmak için yeterli güçtedir.” Zoolog Desmond Morris’in popülerleştirmeye çabaladığı hayvanlar dünyasına dayanan temadır bu. Zekânın kalıtsal olduğunu kanıtlamaya dönük son çabalar IQ testleri etrafında yoğunlaşmıştır. Amerikalı beyazlarla siyahların ortalama IQ’ları arasındaki boşluğu genetiğin açıkladığı şeklindeki eski iddiayı, Charles Murray’in Çan Eğrisi adlı kitabı yeniden kusar. Bu kitaptaki temel iddialar defalarca çürütülmüştür. Psikiyatrist Peter Breggin’e göre, “Afro-Amerikalıların cani ve aptal King Kong imajını yeniden diriltme” çabasıdır bu (The Guardian, 13 Mart 1995). Fakat genetik determinizm teorilerine karşı en ezici kanıt, popülasyon genetikçileri Luca Cavalli-Sforza, Paolo Menozzi ve Alberto Piazza tarafından yazılan İnsan Genlerinin Tarihi ve Coğrafyası adlı son zamanlarda çıkan bir kitaptan geldi. Bu kitap, popülasyon genetiğinde 50 yıldan fazla süren araştırmaların dikkate değer bir sentezidir. İnsanların kromozomları düzeyinde nasıl çeşitlendiğini tarihlendiren en güvenilir hesap dökümüdür. Kitabın çıkarsadığı sağlam sonuç şudur ki, boy ya da deri rengi gibi dış özelliklerden sorumlu olan genler hesaptan düşülürse, insan “ırkları” derilerinin altında olağanüstü benzerdirler. Bireyler arasındaki çeşitlenmeler, gruplar arasındaki çeşitlenmelerden çok daha büyüktür. Time dergisine göre, “aslında, bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramının tümü genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Otoriteler, herhangi bir popülasyonun bir başkası karşısında genetik üstünlüğünün çığırtkanlığını yapan teorilerin «hiçbir bilimsel temeli» olmadığını söylüyorlar.” (16 Ocak 1995)
Kitabın değerlendiren Time makalesi şöyle diyor: “Zorluklara rağmen, bilimciler efsane yıkıcı birtakım keşiflerde bulundular. Bunlardan biri daha kitabın kapağında yer alıyor: Dünyanın genetik çeşitliliğinin renkli haritasında, yelpazenin bir ucunda Afrika vardır diğer ucunda da Avusturalya. Avustralyalı aborijinler ve orta-Sahralı Afrikalılar deri rengi ve vücut biçimi gibi dış özellikleri paylaştıkları için, onların çok yakından ilintili oldukları geniş ölçüde kabul gördü. Ama genleri farklı bir öykü anlatıyor. Avustralyalılar tüm insanlar içinde Afrikalılardan en uzak olanlardır ve komşuları olan Güneydoğu Asyalıları çok andırırlar.” Makale şu sonuca varıyor, “gözün ırksal farklılıklar olarak –meselâ Avrupalılar ile Afrikalılar arasında– gördüğü şeyler, esas olarak insanların bir kıtadan diğerine göç ederken iklime uyarlanmalarıdır.” Kitap aynı zamanda, insanlığın doğum yerinin ve bu nedenle de ilk insan göçlerinin başlangıç noktasının Afrika olduğunu doğruluyor, böylece Afrika kolundan bölünmenin insanın aile ağacındaki en eski bölünme olduğunu gösteriyor.
Batılı hükümetlerin refah devletine ve işçi sınıfının tüm diğer toplumsal kazanımlarına karşı genel saldırı eğilimi son on yılda buna yeni bir yaşam kaynağı sunsa da, gerici politikaları haklı çıkarmak için biyolojik ve genetik teorilerin kullanılışı yeni bir olgu değildir. Piyasa kanunları –yani orman kanunları– yeniden moda olmuştur. Bu moda, kendi kariyer olanaklarına hiçbir şekilde zarar vermeyen moda akıntılarla aynı yönde yüzmek isteyen yeterince insanın her zaman bulunabileceği üniversiteleri de kapsamaktadır kuşkusuz. Kendi konularına tutkulu bir tarzda yaklaşan birçok dürüst akademisyen vardır, ama insanların isimlerinin önündeki birkaç harfin onları farkında olsunlar ya da olmasınlar içinde yaşadıkları toplumun basınçlarından muaf kıldığına inanmak gerçekten de safdillik olurdu. N. Pastore 1949’da psikologlar, biyologlar ve sosyologlardan oluşan yirmi dört kişilik bir topluluğun sözde doğa-yetiştirme sorununa ilişkin fikirlerini incelemişti. “Liberal ya da radikal” olan on ikisinden on biri, çevrenin kalıtımdan daha önemli olduğunu söylemiş, biri karşı çıkmıştı. Karşı kampta sonuç tam tersiydi, on biri kalıtımcı ve yalnızca biri çevreciydi! Dobzhansky bu sonucu “şaşırtıcı” bulur. Bize göre ise, bu sonuç tümüyle öngörülebilir bir sonuçtur.
Roger Scruton toplumsal dersler çıkarıyor: “Biyoiktisatçılar, insanları genetik olarak programlanmış olduklarından daha az rekabetçi ve daha az bencil olmaya zorlayan hükümet programlarının daha baştan başarısız olmaya mahkûm olduğunu söylüyorlar.” Siyahların beyazlardan, işçi sınıfının orta ve üst sınıflardan daha aşağı olduğunun kanıtının ve genetik determinizmin tam da Amerika’da yeniden boy göstermesiyle mükemmelen örtüşmektedir bu görüş. Bu tür safsatalar için, onlara sözümona bir saygınlık ve “nesnellik” havası vermek amacıyla bilimsel destekler kullanılmaktadır.