Ekoloji Düşüncesi Nedir?

İlk kez lisans yıllarında Çevre Sosyolojisi dersinde Feryal Turan hocamın tatlı ve sistematik anlatımlarıyla çevre konularına ilgi duymaya başlamıştım. Daha sonra Kubilay Aysevener hocadan aldığım Çevre ve Teknoloji Felsefeleri dersinde bir dönem boyunca Murray Bookchin’in eserlerini okuyup tartışmıştık. Feryal hocanın dersinde kurduğu anlatım şemasına bağlı kalarak ve onun ders notlarından bazı bölümlerden de yararlanarak Çevre ve Ekoloji sorunlarına ilgi duyanlara giriş düzeyinde bilgiler içeren bir metin düzenledim. Çevre sosyolojisi derslerinin içeriği artık çok çeşitli ve zengin kuşkusuz. Özellikle Batı üniversitelerinde bu alanda gelişen yeni okumalar kayda değer. Wisconsin’de derslerine katıldığım William Cronon’un çevre tarihçiliği alanındaki yenilikçi yayınları ilk başta sayılması gerekenlerden. Yine Nelson Enstitüsü bünyesinde yapılan çalışmalar coğrafya, ekoloji, tarih ve sosyoloji arasındaki disipliner ayrımlara meydan okur nitelikte. 2010 yılında Madison Sosyoloji Bölümü Havens Center’da Michael Lowy Ekososyalizm Nedir ve Ekososyalizm ve Demokratik Planlama başlıklı iki güzel sunum yapmıştı. Dinlemiş, istifade etmiştik. Ders kitabı örneği olarak John A. Hannigan’ın Environmental Sociology: A Social Constructionist Perspective kitabı sistematik bir giriş çalışması.

Küresel ekolojik kriz alanları 21. yüzyılda ekonomi, enerji, tüketim politikalarının şekillenmesinde tayin edici bir faktör olarak ortaya çıktı. Bir yönüyle yeryüzündeki canlı hayatı, biyolojik çeşitliliği ve insan türünün geleceğini ilgilendiren çevresel kriz, gelecek çağlara uzanacak bir çatışma ve gerilimin fitilini de bağrında taşıyor. Theodore Rozsak’ın ifadesiyle küresel ekolojik bunalıma cevap ve çözüm olarak ortaya çıkan Ekolojinin eski bilimlerin sonuncusu mu yoksa yeni bilimlerin ilki mi olacağı sorusu ekosistemlerin gelecekteki durumunu da etkileyecektir. Bu anlamda ekoloji, tek tek tüm insanları ilgilendiren boyutlara ve ahlaki yargıların toplumsal temellerini tartışmaya açan bir içeriğe sahip bir bilinçlilik durumu ortaya çıkarıyor. Doğal ortamların (biotop) korunması fikri, bu “yeni” bilimin normatif muhtevasına etki ediyor.

Ekoloji kavramı, Yunanca Oikos (Ev) ve Logos (eski zamanlarda nutk, söz, mantık, mantıklı söz anlamına gelen şimdilerde ise bilim’e dönüşmüş bir kavram) sözcüklerinin bileşiminden türetilmiştir. Oikos kelimesi ikamet etme, beraber yaşama veya habitat anlamına gelir. Canlılar çevresi, bir başka deyişle ekoloji, kendini sürekli olarak değiştiren ve akış halinde olan organik bir bütünlüğe işaret eder. Bu esasen kelimenin dar anlamıdır. Daha geniş anlamıyla “Birbirine entegre olmuş ve beraberce uzun süre yaşayabilen bir sistem oluşurmuş tüm canlı topluluklarının (biozonos) ve onların çevrelerinin meydana getirdiği bütünlüktür”. Uzun süre yaşamını sürdürme ve bu yeteneğini her türlü ortamda koruma özelliği, bir sistemde belirli bir istikrar halinin bulunduğu anlamına gelir. İstikrar, dengelerin ve ağların korunmasına bağlıdır. Dengenin tam olarak ne anlama geldiğini, belirli eko-sistemi araştıran ekoloji ortaya çıkarır. Günümüzde doğadaki denge varsayımına ilişkin pekçok tartışma mevcuttur. Ancak içerikten bağımsız olarak önemli olanın istikrarlı bir bağın varlığı olduğunu söylemek gerekir.

Bilim olarak ekoloji, 1960’lardan sonra ilk kez ABD’de ortaya çıktı. Bu terimi ilk kez Alman biyoloji âlimi Ernst Haeckel 1869’da kullandı. Fakat biyolojiden bağımsız bir bilim haline gelmesi 1960’lara kadar gerçekleşmedi. ABD’de 1900’lerin başından itibaren pek çok özellikle Ortabatı Bölgesi üniversitesinde insan ekolojisi (human ecology) disiplini oluşmuştu. Kent sosyolojisi çalışmalarının kuruluşunda da önemli etkileri olan human ecology disiplini çevreci bilincin gelişiminde etkili oldu. Bu dönemdeki tartışmaların mükemmel bir özetini içeren bir metni önceden paylaşmıştım. Robert E. Park’ın Sosyoloji Bilimine Giriş metnindeki seçilmiş yazılara bakılabilir. Yine yüzyıl başında İngiltere’de Patrick Geddes, çevre fikri üzerine sistematik düşünceler serd etmeye başlamıştı. Ancak ekoloji temelde biyolojiye bağlı bir alt alandı.

Rachel Carson

ABD’de 1960’larda Wisconsin eyaletinde tarım ilaçlarının kullanımının zararsız canlıların yok olmasına yol açan sonuçlar ürettiğinin ve DDT gibi ilaçların zararlı haşeratı öldürürken eko-sistemdeki hayat zinciri açısından olmazsa olmaz olan diğer canlıları da yok ettiği gerçeğinin ortaya çıkması ekolojikbilinç açısından bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Aynı yıllarda Amerikalı biyolog-yazar Rachel Carson The Silent Spring (Sessiz İlkbahar) adlı bir kitap yayımladı. Bu kitapta Carson deterjanmatiklerin doğrudan ve dolaylı yollarla içme sularına kadar karıştığını, belirli bir hayat zinciri içindeki tüm canlıların hayatlarını tehdit eden yönleri olduğunu yazdı. Tarımda kullanılan kimyasal zehirli ilaçların ekosistem üzerinde geri dönüşsüz zararlı etkiler ürettiğini de kanıtladı. Bu eser, oldukça açık ve anlaşılır bir dille kamuoyunu aydınlatmak için yazılmıştı. Eser beklenmedik bir şekilde hedeflediği kitlenin ötesinde muazzam bir etki yarattı ve süreç içinde milyonlarca baskı yapan kült bir popüler eser haline geldi.

Bu yıllar ekolojik muhalefetin oluşum yıllarıydı aynı zamanda. Roma Kulübü’nin Gelişmenin Sınırları raporu 1970’lerin petrol krizini müteakip popülerleşti. Takip eden dönemde peş peşe Fritjof Capra, E. Fritz Schumacher, Ivan Illich, Theodore Rozsak, Seyyid Hüseyin Nasr, Charlene Spretnak, Murray Boockhin, Arne Naess, Rudolf Bahro, Andre Gorz, Barry Commoner, Judith Plant, Vandana Shiva, François d’Eaubonne gibi sayısız isim ekolojik krize odaklanan çalışmalarıyla ile ekoloji sorununu felsefi temellerine kavuşturdular.

Sanayi devrimlerinin üç yüzyıllık gelişiminin sonuçları, geri dönülmez biçimde doğayı dönüştürdü. Refah, zenginlik, özgürlük, gelişme gibi motivasyonlarla inşa edilen yeni toplumsal düzen, küresel ölçekte muazzam boyutlarda eşitsiz bir düzen ortaya çıkardı. Bugün neredeyse dünyanın yarısının sefalet içinde yaşadığı bir durum var. Mike Davis’in Gecekondu Gezegeni, Üzerinde Güneş Batmayan Katliam gibi birçok parlak çalışmasıyla bu durum dramatik boyutlarıyla betimlenir.

Dünyanın geri kalmış ve gelişmekte olan coğrafyalarındaki insanların sayısı 4 milyara yakındır. Dünya nüfusunun 1.2 milyarlık kısmı günde 1 dolarlık geçim parası ile kronik açlık sınırında yaşamaktadır. Bir diğer 1 milyarlık nüfus ise günde 2 dolarla geçinmektedir. İnsanın geçimi sorunu, Polanyi’nin de dediği gibi, günümüzde toplumlar, 19. yüzyıl uygarlığının tahrip ettiği ekolojik-sosyal temeller üzerinde yükselen piyasa sisteminin egemenliğinde kronik sorunlarla baş başadır. Bugünlerde kabaca 100 milyon insan elektrik ve su gibi temel hizmetleri alamamakta, bir diğer 100 milyonluk insan işsiz ve evsiz yaşamakta, her gün bir canlı türü yok olmakta ve yine her gün 140 canlı türü soyu tükenme tehlikesine maruz kalmaktadır. 1.2 milyar insan sağlıklı bir sanitasyondan geçirilmiş içilebilir su tüketememekte, her yıl 17 milyon hektar orman yok olmakta, asit yağmurları yüzünden göller ve orman eko-sistemlerdeki düzen bozulmaktadır. Atmosferin morfolojisi, sanayi öncesi döneme göre % 26 oranında dönüşüme uğramıştır. Gelecek otuz yıl içinde şiddetli kuraklık ve açlık tehlikesi baş göstereceği konusunda pek çok bilimsel yayın vardır. Günümüzde bu ve benzeri bilgilerden ciltler dolusu eser yazmak mümkündür. Sanayi, teknoloji, bilim üçgeninin ürettiği sorunlar yumağında 21. asırda karmaşık ekolojik sorunlarla yüz yüzeyiz.

Arayışlar…

1900’de yapılan ve etkileri sınırlı kalan Afrika’nın Yaban Hayatı, Kuşları ve Balıkları Koruma Antlaşması’ndan sonra hükümetler düzeyinde ve BM’nin öncülüğünde 1972’te Stockholm’de toplanan dünya hükümetleri; sosyalist ve kapitalist blok arasındaki çatışmanın ötesinde bir zemin oluşturularak yeryüzünün çevre mirasına sahip çıkılması gerektiği konusunda bir irade beyan ettiler. Fakat bu beyan, içerik açısından olduğu kadar eyleme geçme iradesi açısından da fazlasıyla zayıftı. Sovyetlerin dağılmasını müteakip 1992’de BM Biyolojik Çeşitlilik Antlaşması imzalandı. Haziran 1992 Rio de Jenario’da tüm ülkelerin katıldığı ‘Yeryüzü Zirvesi’ hazırlık çalışmaları başladı. Ekolojik yıkıma acil çözümler bulunması öngörülen tarihi bir zirve niteliği taşıyordu. Bu toplantıda temel sorun ozon tabakasının delinmesi ve sera etkisi çerçevesinde ortaya çıkan kuraklık ve kıtlıktı. Toplantının Rio’da yapılıyor olmasında gaye, yeryüzünün akciğerleri olarak kabul edilen ve inanılmaz bir hız ve vahşetle yok edilen tropik yağmur ormanlarını korunmasına dikkat çekmekti.

1990’ların popüler ideolojisi olan sürdürülebilir kalkınma yaklaşımı bu toplantının ve sonraki toplantının da (Kyoto) kabul ettiği temel çerçeve yaklaşımdı. 1995’te Japonya’nın Kyoto şehrinde toplanan dünya hükümetleri, 2015 yılına kadar çevre konusundaki temel yaklaşımlarını içeren ve biyolojik çeşitlilik, temiz teknoloji, emisyonların düşürülmesi, orman ekosistemlerinin korunması, kuraklık, ozon tabakasının delinmesine yol açan gazların kullanımının azaltılması gibi konularda yükümlülükler getiren bir anlaşma imzaladılar. ABD’nin metni imzalamaması ve anlaşmayı sistematik biçimde ihlal eden politikaları istenilen hedeflerin çok gerisinde kalınmasına yol açtı.

Yine 1997’de ikincisi İstanbul’da toplanan ve şehir alanları ve barınma sorununu ele alan Habitat toplantısı da bu arayışlar çerçevesinde değerlendirilmelidir. Ekolojik muhalefetin etkisi yayılırken bu etkilere karşı çeşitli karşı muhalif girişimler de ortaya çıktı. 1992’de Rio zirvesi topladığı günlerde içlerinde 62’si Nobelli olan 33 ülkeden 500 öncü bilim adamı Heidelberg Çağrısı adıyla bir bildiri yayımladırlar. Bu bildiride radikal ekoloji hareketlerine karşı sert ifadelerle yüklenildi. Çevre sorunlarının “akıldışı”, “mistik” düşüncelerin rehberliğinde değil, aklın ve bilimin rehberliğinde çözülmesine dönük bir irade beyan ettiler. Bu bilim adamları Rio’nun ruhunu paylaştıklarını fakat çevresel felaketler konusundaki “akıldışı açıklamaları” gerici bulduklarını ifade ettiler. Bu çağrıya karşı Fransa ortaya çıkan bir grup düşünce ve bilim adamı bir bildiri yayımlayıp hem Heidelberg Çağrısının, hem de bilimsel yaklaşımlara muhalif ekoloji hareketlerinin yaklaşımlarına eleştirel bakan ve acilen eyleme geçilmesini savunan yeni bir yaklaşım önerdiler. Kaynakların tüketimi konusunda gelişmiş ülkelerden refahlarından feragat isteyen bir beyan ortaya koydular.

Şurası zaman içinde daha açık bir biçimde ortaya çıktı ki, bilimin tarihsel ilerleme doksası, ekolojik sorunların boyutlarını kavramak için yeterli eleştirel birikime sahip değildi. Ekolojik hareketlerin öncü düşünürlerinin çoğunun akademinin standart dilinin dışına çıkma gereksinimi duymaları ve çoğunun akademi dışından insanlar olmaları bunun bir ifadesi olarak okunabilir.

Ekolojik Düşünce Akımları…

Arne Naess

Ekolojik krizin anlaşılmasına dönük girişimler oldukça geniş bir yelpazede gerçekleşmektedir. Arne Naess’in ve kıta Avrupa’sından şair ve düşünürlerin temsil ettikleri Derin Ekoloji (Deep Ecology); Rudolf Bahro gibi düşünürlerin teorik öncülüğünde şekillenen Alman Yeşiller hareketi; Murray Boockhin’in temsil ettiği toplumsal ekoloji, demokratik konfederalistler veya eko-anarşist yaklaşım; Judith Plant, Vandana Shiva, François d’Eaubonne gibi isimlerin temsil ettiği eko-feminizm; André Gorz gibi isimlerle anılan eko-Marksizm; Charlene Spretnak ve Fritjof Capra’nın temellerini attıkları ve Theodore Rozsak gibi düşünürlerin destekledikleri eko-gelenekçi veya mistik ekoloji hareketi ve Ivan Illich’in temsil ettiği eleştirel-sosyalist ekoloji hareketi bu listenin bir bölümünü oluşturur.

Arne Naess öncülüğünde gelişen Derin Ekoloji hareketine göre, doğadaki çeşitlilik kendinde bir değer taşır. Değerli olanı, antroposentrik bir açıdan görmek ırkçı bir ön yargının ifadesidir. Yine bitki türleri taşıdıkları kendinde değer nedeniyle korunmalıdır. Çevresel bozulma ve kirliliğin önüne geçmek ekonomik gelişme motivasyonlarından daha önce gelmelidir. Dünya nüfusundaki artış eko-sistemi tehdit etmektedir, ama endüstriyel ve gelişmiş ülkelerin nüfusu ve çılgın tüketim eğilimlerine dönüşmüş davranış kalıpları daha da tehlikelidir. Doğal kaynaklar tüm yaşam çeşitliliği için kaynak olarak kabul edilmelidir. Derin Ekoloji hareketi post-materyal değerler başlığı altında ortaya çıkan manevi zenginlik arayışına geniş bir etki yapmıştır.

Liberal yüzeysel çevreci hareketler Derin Ekolojinin varsayımlarıyla uyumsuzdur. Popülerlik itibariyle bu tür yüzeysel çevrecilik dünya çapında gelişmiştir. Radikal ekoloji çevrelerinde, çimlere basma, yere çöp atma çevreciliği olarak kimi zaman küçümseme konusu olurlar. Ekoloji kavramından ziyade çevre kavramını öne çıkarırlar. Yüzeysel çevrecilik mevcut ekonomik sistemdeki sınırlı reform girişimlerinin, ekoloji sorunların aşılmasında sonuç alıcı olacağını düşünürler. Onlara göre doğal çeşitlilik insan türü için değerli bir kaynaktır. Bakış açıları temelde antroposentriktir. Ki onlara göre, insan için değerli olmayan bir değer durumundan söz edilemez. Bitki türleri insanların yararına tarım ve tıpta kullanmalıdır ve sırf bu yüzden değerlidirler. Kirlenme eğer ekonomik büyümeyi etkiliyorsa durdurulmalıdır. Kalkınmacılığın eleştirisi sığdır. Nüfus artışı karşıtı politika bu yaklaşımı savunanlar için de merkezi önemdedir. Ekonomik olarak gelişmekte olan ve geri kalmış toplumlardaki nüfus artışı ekolojik dengeyi tehlikeye düşürmektedir. İnsanlar yaşam standartlarında geniş çaplı bir gerilemeye razı olamazlar. Bu yüzden temel politika mevcut düzenle uyum içinde kotarılmalıdır.

Rudolf Bahro

Ekolojik Marksistlerin pozisyonu daha karmaşıktır. Marksizmin emek-sermaye çelişkisi ve sınıf çatışması üzerine temellenen klasik mirası kalkınmacılık ve sanayi toplumu mantığını temelde dışlamaz. Bu nedenle de çevre krizinin anlamlandırılmasında uzunca bir dönem klasik teorik miras engelleyici olmuştur. Karl Marx ve Friedrich Engels yaşadıkları dönemde elbette ki ekolojist değillerdi ve bunu beklemek de anlamsızdır. Kapitalist gelişme nedeniyle ortaya çıkan kirlenme, bozulma ve kaynakların yok olması gibi konularla temel sorunlar olarak ilgilenmemişlerdi. Diyalektiğin doğa-insan çatışması temelinde vazedilen Hegelyen mantığı Marksizm de aynen kabul görmüştür. Bu bakımdan toplumsal dünya Hegel’in anladığı şekliyle, insanın kendini tabiattan yalıtma ve ikinci bir tabiat kurma tarihi olarak anlaşıldı. Doğa ve insan arasındaki çelişki ve çatışma fundamentaldi. Kapitalizm ile birlikte tabiat bir kaynak ve mülkiyet konusu haline geldi. Tabiatın sistematik sömürüsü tarihsel gelişmede ileri bir evreyi temsil eden kapitalizmin temel özelliğiydi. İleride aşılacak bu dönemden sonra çelişkiler çözülecekti. Geleneksel Marksist teorinin üretim güçleri ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkilere yoğunlaşan bakış açısı temelde mülkiyet ilişkilerinin sahipliği üzerine kurulmuştu. Ekolojik Marksistler ise üretim ilişkileri ile üretim koşulları arasındaki ilişkiler üzerinden yeni bir çevre bakış açısı geliştirmek isterler: Üretimin koşulları: a) Dışsal (fiziksel) koşullar: Çevre, b) Kişisel Koşullar (Emek) ve c) Üretimin sosyal koşulları: Kentsel yapı/Mekanın sosyal boyutları yoluyla kavranır. (Genel Üretim Koşulları: Marx). Eko-Marksistler bu bağlamda kapitalizmin iki temel çelişkisine işaret ederler. Çelişkiler yoluyla ortaya çıkan artı ürün-üretim ve ikinci olarak ise düşük üretim. İlkinden türeyen tehdit tüm insanlığı ve tabiatı tehdit etmektedir.

Ivan Ilich

Eko-Marksistlere göre, kapitalist gelişme, üretimin doğal ve çevresel koşullarını tahrip ederek kendi gelişmesinin temelini dinamitler. Tarımda, ormancılıkta ve balıkçılıkta kullanılan araç ve yöntemler çevre üzerine yıkıcı etkiler bırakmıştır. Hem toprak, hem su kaynakları, hem de hava kirletilmiştir. Yoksulların, işçilerin sağlığı bozulmuştur. Temeldeki kâr için üretim motivasyonları çevresel düzeni de toplumsal düzeni de tehdit etmektedir. Eko-Marksizmin dönüştürücü etkisi, işçi sınıfını ayrıcalıklı tahtından indirerek onun yanına marjinalleri, dışlanmışları, işsizleri, çevrecileri, feministleri koymasında ve yeni bir sosyalist-çevreci siyaset önermesi kurmasında yatar. Özellikle kuzey Avrupa’nın refah ekonomileri, Almanya, Fransa gibi ileri kapitalist ülkelerde sağlam politik temellere sahip bir siyasallaşma pratiği üreten bu hareket, Marksist teoride dönüştürücü bir ivme üretmiştir. Marksist gelenek içinde kendilerini tanımlasalar da, onun ekonomizmini ve antroposentrizmini reddeder. Rudolf Bahro, Andre Gorz, Ivan Illıch gibi isimlerin derin etkileriyle şekillenmiştir.

Murray Bookchin

Ekolojik anarşistler ise ekolojik yaklaşımlarını tahakküm ve hiyararşilerin tarihsel eleştirisi çerçevesine oturtur. Bu anlamıyla geleneksel anarşist düşünce ile bütünleşirler. Bu anlamda Joseph Pierre Proudhon ile Murray Boockhin arasında bir süreklilik vardır. Eko-anarşizme göre, toplum denilen psiko-sosyal varlık kendi biyo-fiziksel çevresiyle karşılıklı etkileşim içinde olan bir bütünlüktür. Bu anlamıyla çevreyi etkileyen toplumsal kurumlar toplumun türü, organizasyon yapısı ve devlet politikaları ile doğrudan ilişkilidir. Eko-anarşizme göre, tarihin ilk devirlerinden itibaren ilk olarak insanın insana tahakkümü şeklinde ortaya çıkan yapı yaş, cinsiyet gibi öğeler yoluyla form değiştirerek tahakkümün temellerini oluşturur. İskandinav gerontokrasileri (yaşlılar yönetimi), monarşiler ve diğer tahakkümcü liberal ve sosyalist yönetimler arasında genetik bir süreklilik görür Murray Bookchin. Ona göre tabiatın sistematik tahribi, tabiat üzerinde tahakkümü meşrulaştıran tahakküm epistemolojilerinin bir sonucudur. Ekolojinin kurtuluşu refah mitini ve geniş ölçekli şehirleri ayakta tutan tüketim ideolojilerini terk etmekle mümkündür. Bookchin’in pek çok analizi Amerikalı kentleşme ve teknoloji filozofu Lewis Mumford’ın eleştirilerinden beslenir. Bookchin’e göre, kimyasal gıda üretimi terk edilmeli ve organik ekolojik tarıma geçilmelidir. Yaşanabilir küçük ölçekli eko-cemaatler teşekkül etmeli ve bunlar demokratik konfederal temelde tanımlanmış özgür topluluklar olmalıdır. Bu ütopik bakış mevcut demografya ve teknolojik gelişmelerle kökten farklı ve uyumsuz bir bakışı temsil eder. Enerji üretiminde çevresel teknikler kullanılmalı ve enerji israfı engellenmelidir. Ayrıca değişik çevre dostu yeni teknolojiler geliştirilmelidir. Bu anlamıyla yerelci ve bağlamsalcı bir harekettir. Teknoloji Aristoteles’in yaptığı tanım içinde yeniden düşünülmelidir. Ahlaki sonuçlarından sorumlu olmayan bir teknolojinin kullanılması ahlaki değildir. Eko-cemaatler yaygınlaşmalı ve büyük kentlerin insanı ve tabiatı tahrip eden tüketim çarkları ortadan kaldırılmalıdır. Murray Boockhin’in eserleri bu teklif ve eleştirilerin ayrıntılı tanımlarıyla doludur.

Charlene Spretnak

Eko-feminist hareket bambaşka bir eleştirel hattan ilerlemiştir. Onlara göre, tarihte kadının yeri anlaşılmadan ekolojik sorunlar da anlaşılamaz. Tarih boyunca erkek akıl ve kültür ile kadın ise doğa ile özdeşleştirilmiştir. Aklın kültür ve doğa üzerindeki egemenliği ile erkeğin kadın üzerindeki egemenliği aynı düşüncede kökenlenir. Erkeğin hakim olduğu alan, insan özgürlüğünün ve eylemlerinin kontrolünün gerçekleştiği kamusal ve politik alanlar iken; kadınlar edilgenliğin ve zorunluluğun alanlarına bir başka deyişle eve mahkum edilmişlerdir. İnsanlar kadının egemen olduğu alanlarda doğar ve büyür fakat rüşdünü erkeğin egemen olduğu alanlarda ispat eder. Kadın ve doğa arasındaki özdeşlik modelleri zaman zaman övgüyle anılırken, zaman zaman ise aşağılayıcı anlamlara sahip biçimde kullanılır. Doğa-anne figürü verici, üretken ve kutsal iken bu kutsalın tabi olduğu alan denetleyici aklın ve kültürün yöneticisi olan eril alandır. Çevrenin günümüzdeki horlanması ile kadının aşağılanması arasında epistemolojik bir yakınlık mevcuttur. Bu çerçevede yenilenemeyen tabii kaynakların yok edilmesi eril (masculine) bir bilincin yağmacı mantığı ile bağlantılıdır. Toplumsal işbölümünün örgütlenmesi de eril bir bilincin ihtiyaçlarına göre tanzim edilmiştir. Tabiatın kurtuluşu ile kadının özgürlüğü arasında kaderi bir eşzamanlılık vardır. Judith Plant, Vandana Shiva, François d’Eaubonne gibi farklı kültür ve coğrafyalardan isimler bu tartışmaya öncülük etmişlerdir.

Theodore Rozsak

Bir diğer etkili akım olan eko-gelenekçi ve eko-mistisist hareketler çevre krizi ile ahlaki dönüşüm arasında birebir ilişki kurarlar. Çevre ahlakının dönüşümü kutsala karşı saygısızlığının yaygınlaşması ile yakından alakalıdır. Aydınlanma aklı çevre ile ahlak arasındaki ilişkiyi araçsallaştırmış ve çarpıtmıştır. Tabiatın kutsal addedilmediği toplumlarda çevreye karşı saygısızlığın yaygınlığı, pratik bir sorun değil metafizik bir sorundur. Bu görüşe yakın pek çok düşünüre göre, orta boy teknolojilerin yaygınlaşması ağır sanayinin çevreye dönük yıkımını azaltacaktır. (Fritz Schumacher-Küçük Güzeldir). Modern insanın tabiatla ilişkisinde sadece akılla ilişkili kavrayışlar değil aynı zamanda geleneksel metafizik öğretiler de dikkate alınmak zorundadır. Aydınlanmanın bilgiyi kutsaldan arındırmasına karşı bilginin resakralizasyonunu (yeniden kutsallaştırma) gerektirmektedir. Dinlerin tabiata dönük dengeci yaklaşımının post-endüstriyel toplumlarda benimsenmesi ahlaki zorunluluklarının yeniden inşası için gerekli tek temeli sağlamaktadır. İnanan bir Hindu’nun veya Müslümanın çevreye saygısızlık etmesi veya herhangi bir eko-sistemin yıkımına neden olması yukarıdaki nedenler dolayı imkansızdır. Bu nedenle ekolojinin kurtuluşu maddi bir çözüme değil aynı zamanda ahlaki ve metafizik bir müdahaleye muhtaçtır. Charlene Spretnak, Fritjof Capra, Theodore Rozsak, Seyyid Hüseyin Nasr gibi farklı dinlerden düşünce adamları bu alanda sayısız çalışma kaleme almışlardır.

YENİ BAŞLAYANLARA BİRKAÇ TÜRKÇE KAYNAK ÖNERİSİ
Jonathan Porritt, Yeşil Politika, Ayrıntı Yayınları.
Boris Frankel, Sanayi Sonrası Ütopyalar, Ayrıntı Yayınları.
E. F. Schumacher, Küçük Güzeldir, Cep yayınları.
E. F. Schumacher, Aklı Karışıklar İçin Klavuz, İz yayınları.
Seyyid Hüseyin Nasr, İnsan ve Tabiat, İnsan Yayınları.
Murray Boockhin, Ekolojik Bir Topluma Doğru, Ayrıntı Yayınları.
Murray Boockhin, Özgürlüğün Ekolojisi, Ayrıntı Yayınları.
Rudolf Bahro, Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik?, Ayrıntı Yayınları.
Andre Gorz, İktisadi Aklın Eleştirisi, Ayrıntı Yayınları.
Ivan Illich, Enerji ve Eşitlik.
Theodore Rozsak, Çorak Ülkenin Bittiği Yer, İnsan Yayınları.
Sargun Tont, Sulak Bir Gezegenden Öyküler, Tübitak Yayınları.
Semra Somersan, Türkiye’de Çevre ve Siyaset, Metis Yayınları.

 

Yazar: Alim Arlı

Bir cevap yazın