Doğada Bilim ve Zaman

Şu “Bilim” sözcüğünü ele alalım önce. Nedir bilim?

Doğada bilim var mıdır? Yok diyor Einstein. Doğada bilim gibi, zaman da yok, diyor. İnsan beyninin icadıdır bunlar. Ne vardır doğada? Madde ve enerji vardır ve ikisinin birleştiği hareket… Düzenli, sistemli bir hareket. Atom altı çekirdeklerden Galaksilere kadar, daire ya da elips düzeninde durmayan bir hareket…

Doğada bilim ve zaman yoksa bu bilim ve zaman sözcükleri nereden çıkıyor? Bunların varlığını biz biliyoruz. Nasıl olur da olmazmış doğada bilim ve zaman! Bunlar insan beyninin ürünleridir. Doğada insan olduğu için, insan beyni olduğu için bilim ve zaman var. İnsanın doğayı öğrenme çabası olduğu için var bu bilim ve zaman deyimleri. İnsan icadı olarak. Ve sadece insanlar için var. Doğada insan beyni olmasaydı bunlar da olmazdı.

Doğa bilimleri insan beyninin doğayı anlama, keşfetme merakidir. İnsanın doğanın ve doğanın bir parçası olarak kendi varlığının, ayrımına, ya da bilincine varması doğa bilimlerinin başlangıç noktasıdır. Aynı nokta, yani insanın doğanın varlığının, doğanın bir parçası olarak da kendisinin varlığının ayrımına ya da bilincine varması, doğa dinlerinin de başlangıç noktasıdır.

Korku ve merak

Bu nokta insanoğlunun doğa olayları karşısında duyumsadığı iki duygunun, korku ve merakın, ortak doğuş noktasıdır. Doğa olaylarının görkeminin yarattığı korku, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük doğa dinlerini; aynı insanın doğa karşısında duyduğu merak, doğaya egemen olmak, doğanın gücünden yararlanmak dürtüsü doğa bilimlerini doğurmuştur.

İnsanoğlu ateşi bulmuş, bulunca korkmuştur önce, sığınmıştır ona, tapmıştır ateşe. Doğa dinleri doğmuştur böylece. Sonra onu, ateşi, taptığı tanrısını kendi hizmetinde kullanmayı düşünmüş, denemiş, başarmıştır. Bu yüzden bilim dine karşı sapkınlık sayılmıştır. Din başeğme, bilim başkaldırmadır çünkü. Dinler tarihi ile bilimler tarihi bu ikiz, bu iki yapışIk siyamlı kardeşler aynı noktada birlikte doğup, aynı noktada yırtılarak, acıtarak birbirlerinden ayrılırlar, bir daha da birleşemezler. Çünkü dinin temelinde inanç, bilimin temelinde kuşku vardır. İnancın olmadığı yerde din, kuşkunun olmadığı yerde bilim olmaz, olamaz.

İnsan icadı olan bilim, insan icadı olan zaman içinde gelişip bugünlere geldi. Binlerce yılda, birike birike.

Karl Popper: “İnsanlığın sahip olduğu bilgi birikimi hiç kuşkusuz evrendeki en büyük mucizelerden biridir”, diyor.

Mucize bir sözcük oyunu burda. Evrende mucize olmaz, olamaz elbet. Mucize sözcüğü, doğada olmayan, olması mümkün olmayan bir olayın gerçekleşmesi anlamını taşır ki bu olamaz demektir. Doğada olan, olabilen her olay olduğu anda “Doğal” olur çünkü. Dinsel bir sözcüktür “Mucize”. Din için vardır, bilim için yöktür. Mucize gibi, inanç da dinsel bir sözcüktür ve din için vardır, bilim için yöktür. Bilimde mucize beklenmez.

“Çağın gerçekleri”

“Çağın Gerçekleri” deyimine gelelim.

Her bilim çağın gerçekleri, özellikleri, gereksinmeleri, çatışmaları içinde yolunu yöntemini bulur. Toplum bilimleri de, doğa bilimleri de. Bir doğa bilimi olan biyoloji de, biyolojinin bir dalı olan tıp da, tıbbın bir dalı olan cerrahi de.

Nedir çağın gerçekleri? Bilim gerçeği arar. Ama bulur mu? Bulduğunun ne kadarı gerçektir? Bilimde gerçek nedir, gerçek var mıdır bilimde? “Bilimde gerçek değil, gerçek sanılan vardır” diyor, yine Einstein. Paradigma işte bu “Gerçek Sanılan” dir. Çağın gerçek sanılanı, çağın gerçeğidir. Her bilgi bilimsel bilgi değildir. Bilginin bilimsel nitelikte olması için bilimsel yöntemlerle elde edilmiş, sınanmış, yorumlanmış olması gerekir.

Nedir bilimsel yöntemler?

Bilimsel araştırma yöntemi sezgi ile başlar, yinelenen deneylerle sürer, verilerin yorumu ile bir ‘sonuç’a, bir ‘paradigma’ya ulaşılır. Araştırmanın her aşamasında en önemli koşul dürüstlüktür. Dürüstlükten ayrılarak başkalarını aldatabiliriz, daha kötüsü, kendimizi de aldatabiliriz, fakat “You can’t fool Mother Nature”. Bu benim yıllarca önce sanıyorum “Cançer”de okuduğum bir yazının başlığıdır. “Doğa anayı aldatamayız”.

Ne yazık ki bilimsel yöntemler de her zaman gerçeğe ulaştıramaz bizi, hatta yanlış bir yorumla yanlış bir paradigmaya da ulaştırabilir. Bunun en güzel örneği gökbilimde var. Gökbilim insanların en çok dikkatini çeken ve herkese açık bir konudur. Kolayca gözlemlenir, ya da gözlemlendiği sanılır. Bu gözlem, bu açıklık ve binlerce yıl her gün yinelenen deneylerle güneşin aynı yönden doğup, belirli bir yörüngeden geçerek belirli yönde batması, geceleri de ayın ve gökkubbenin aynı yörüngeyi izlemesi, evet binlerce yıl bu olayın değişmeden sürmesi “Yer merkezli evren” paradigmasını doğurmuş, ayakta tutmuştur. Kopernikus (1473-1543), Bruno (1548-1600), Kepler ‘in (1571-1630) çalışmaları, teleskopun geliştirilmesi, dünyanın evrenin merkezi olmadığı, gezegenlerin eliptik bir yörünge izledikleri anlaşılıncaya ve Galileo (1564-1642) dünyanın kendi mihveri ve güneş etrafında dönüşünü bilimsel olarak ispatlayıncaya kadar. İspatlandı da ne oldu? Bruno kazığa çakılıp yakıldı, Galileo da engizisyona sapkın olduğunu itiraf edip, pişmanlığını anlatarak canını zor kurtarabildi.

Salt gerçek!

Çağın gerçeğine bir başka örnek de ışığın, binlerce yıl süren parçalanamaz olduğu paradigmasıdır. Ancak prizmanın icadından sonradır ki, gökkuşağının parçalanmış ışIk olduğu anlaşılmıştır.

Neyse ki bu olumsuz örnekler az. Az ama yine de hiçbir paradğima yüzde yüz gerçek olamaz. Bu nedenle de hiçbir bilim öğrencisi bilimde son noktaya varmış değildir. Newton için, bir çağdaşı, “Newton dünyanın en mutlu bilimcisidir, çünkü bilimin bittiği noktaya erişen tek insandır o” demiş. Oysa Newton’un “kütlenin çekimi” teoreminden sonra Maxwell ‘ in “Manyetik alan teoremi”, Quantum fiziği, Einstein’ın “Relativite” teoremi gelmedi mi?

“Salt Gerçek”e neden erişilemiyor? Doğa sonsuz, doğanın gizleri bu sonsuzlukta saklı çünkü. Çünkü insan doğanın karşısında küçük, zayıf güçsüz. Newton “Kumsalda bulduğunuz iştiridye kabuklarını inceleyerek okyanusu anlamaya çalışıyoruz, Gravitenin varlığını biliyorum ama onun ne olduğunu bilmiyorum” diyor. Evet doğa sonsuz, doğa karanlık. Doğanın sonsuz izleri, bu karanlıkta saklı. Her bilimsel gerçek, doğanın bu sonsuz karanlığından süzülerek çıkarılıyor aydınlığa. Bu nedenle de her bilimsel gerçeğe az ya da çok karanlık bulaşmıştır. Benim değil, Karl Popper ‘ in sözleri bunlar.Yirminci yüzyılı hemen hemen baştan sona yaşayıp kaplayan bilim felsefecisi. Onun “Yanlışlama” teoremi “Bilimsel Bilgi”nin ne oranda doğru olduğunu değil, ne oranda yanlış olduğunu araştırmak gerektiği düşüncesine dayanır. Bilimsel gerçek, paradigmanın doğrularında değil yanlışlarda aranmalıdır. Her bilimsel gerçek aslında yanılgı içeren bir paradigmadır, Popper’e göre.

Gerçek gibi görünenler vardır

Einstein de “Bilimsel gerçek yok, gerçek gibi görünen vardır” diyor. Gerçeğin, değişken bakış açılarından değişik göründüğünü anlatıyor bunu demekle. Teorik olarak kilometreler uzunluğunda bir vagonun ışIk hızına yakın bir hızla hareket ettiğini düşünelim. Vagonun tam ortasındaki bir IşIk kaynağından çıkan ışınlar vagonun ortasında oturan bir gözlemciye göre vagonun ön ve arka duvarlarına aynı anda ulaştığı halde, olayı vagonun dışından gözlemleyen biri için ışınlar, vagonun hareket hızının, ışIk hızına olan yakınlığı oranında vagonun arka duvarına daha erken, on duvarına daha geç varır. Bu olayda her iki gözlemci de kendi görüşünün doğru olduğunu sanmaktadır elbet. Bilimsel gerçek hangisi acaba!

Bu kadar mı? Hayır. Paradigmaların herkes için anlaşılması, yorumlanması da değişik derecelerde olmaktadır. Başka bir deyimle “Bilimsel Gerçek” herkes için aynı derecede “gerçek” değildir. Popper bu değişikliği kişilerin “anlama farkları”, Einstein “anlama düzeyleri” ile yorumluyor. Bunun en güzel örneğini de Leopold İnfeld veriyor. İnfeld, Einstein’ın yakın çalışma arkadaşı. Hatta bir kitabın Einstein ıle ortak yazarı. “Dünyada Einstein’ı anlayan ancak üç kişi vardır” denir ya, İnfeld de bunu yineleyerek, “Dünyada Einstein’ı anlayan, gerçekten, sadece üç kişi varsa, bu üç kişiden birinin Einstein olduğu konusunda kuvvetli kuşkularım var” diyor.

Ama bilim ilerliyor. Yanlışları ile doğruları ile ilerliyor. Yüzyılların binyılların mirası olarak yanlışları azalarak, doğruları çoğalarak ilerliyor. Bilimin bu ilerleyişinde bir yardımcısı var. Onun oğlu bu yardımcı. Bilimin “Doğa ana”dan doğan oğlu. Adını “Teknik” koymuşlar. Teknik bilimin, doğa gücünü kendi hizmetinde kullanma yöntemidir. Bilim ve teknik birbirlerini destekleyerek baba-oğul birlikte ilerlerler.

Cumhuriyet Bilim Teknik, 22 Temmuz 2000, Sayi: 696, Sayfa: 16-17

Bir cevap yazın