Bilim, büyük bir entelektüel maceradır. Bilim yapmak için, gözlemler neticesi elde edilen delillere dayalı, sıkı bir disiplin ile şekillenmiş canlı ve yaratıcı bir hayal gücü gerekir. Doğaya bilim yoluyla meydan okuyabilecek kadar gelişmiş her medeniyette, bilim en iyi beyinleri kendisine çekmiştir. Çünkü bilim, her ne kadar gerekli olsa da, gerçekleri basit olarak bir araya getirmek değildir; bilim, bu gerçekler arasında kurulan mantık ilişkilerinden meydana gelen ve bir varsayım veya bir teori ortaya koymaya imkân veren bir sistemidir. Bu teori, formüllendirilmiş olduğu dönemin gelen bakış açısıyla yoğrulmuştur. Teori, mantıklı düşünmeye alışkın beyinleri cezbedecek kadar sağlam, ileride ortaya çıkacak deliller dışında gelişme ve düzeltmelere yer verecek kadar da açık olmalıdır. Böyle bir teori, bazen paradigma olarak da adlandırılır ve görüleceği gibi, zaman zaman birçok sebepten dolayı değişecektir. Eğer bu değişmeler, gittikçe daha karmaşık tecrübeler tarafından meydana getiriliyorsa; bilim, büyüyen ve genişleyen bir bilgi topluluğu haline gelir; fakat bu değişimler dini, felsefi, sosyal ve ekonomik sebepler meydana getiriyorsa, bilim tarihi, genel tarihin bütün dalgalanmalarıyla ilgilenmek zorunda kalır.
Bilim tarihini veya teorisini, büyü ile karşı karşıya gelemeden tartışmak mümkün değildir. Büyü, yalnızca belirli kişiler tarafından anlaşılabilen gizli bilgiler ile ruhlara olan inançların karışımından meydana gelmiş olan dünyaya bir cins bakış tarzıydı. Modern bilimin yanılmaz olduğunu ve mucizeler yarattığını düşünenler için büyüden bahsetmek garip, hatta kabul edilemez görünür. Bununla birlikte, doğa karşısındaki bu yaklaşımlar ilk bakışta tamamen farklı görünseler de, aslında bunların birçok ortak noktası vardır. Büyüyü esas alan bakış açısı, doğal âlem ile onun insanla olan ilişkisinin bir sentezini ifade etmenin meşru yoluydu. İlkel bir toplumda, bir büyücü, şaman veya büyücü hekim, yağmur yağdırmak için ayin yaparken, doğanın bir yönü ile diğer arasındaki ilişkiye -yağmur yağması ile ekinin büyümesi- inandığını ve insanın yaşayabilmesinin doğanın davranışına bağlı olduğunu anladığını göstermektedir. Büyücü, inan ile onu çevreleyen dünya arasında bir ilişki bulunduğunu kavramıştı; doğru yöntem uygulandığında, inan doğa güçlerine hakim olabilir ve onları kendi menfaati doğrultusunda kullanabilirdi.
En eski toplumlarda görülen ve bazı ilkel kültürlerde hâlâ yaşamaya devam eden büyünün temelindeki inançlar nelerdi? Büyü, genel olarak animistik bir doğa görüşüydü. Dünya, ruhlar ve onların gizli kuvvetleriyle doluydu ve bunlar tarafından idare edilmekteydi. Bu kuvvetler, hayvanlarda veya ağaçlarda, denizde veya rüzgârda gizlenmiş olabilirdi. Büyücünün görevi, bu kuvvetleri kendi amacına uygun olarak yönlendirmek ve ruhların işbirliğini sağlamaktı. Dua eder, büyü yapar, iksir hazırlardı; zira dünyayı etkileşimler ve cazibeler dünyası olarak görmekteydi. Bu görüş, etkileşim büyüsüne veya taklitçi büyüye götürebilirdi. Bu cins büyüde insanlar, bir hayvanın bazı özelliklerine sahip olmak için o hayvanın etini yiyebilir veya onlar gibi giyinebilirdi; avın başarılı geçmesi için onların yakalanmasını, ölümlerini taklit edebilirdi. Hayvan resimleri çizmek ve boyamak ve hayvan şekilleri yapmak, hayvanların güçlerini gövdelerinden çekip çıkaracak, onların zayıflamasını sağlayacak ve yakalanmasını kolaylaştıracaktı. Büyü âleminde, bağımsız nesnelerden çok ilişkiler önemliydi. Bu âlemin temelinde, insanın hayat ile çevresindeki şartlar arasında kurduğu karşılıklı ilişki vardı. İnsanı çevreleyen dünyada ise bütün kuvvetler kişileştirilmişti ve her şeyin belirli bir etkisi vardır.
Büyücü, doğadaki genel ilişkiler hakkında çok ince bir anlayışa sahip olabilirdi. Gerçekleştirdiği işlemler, bazen hatalı olsa da, çeşitli maddeler hakkında deneme ve gözleme dayalı bir takım bilgilerin toplanmasını sağladı. Örneğin, iksirlerin bileşimine giren maddeler, önceleri sihirli özelliklere sahip oldukları için seçilmiş olabilirdi; ancak zamanla, başarılar ve başarısızlıklar, hangilerinin gerçekten etkili, hangilerinin etkisiz odluğunu gösterecekti. Yavaş yavaş, pratik bilgiler bir araya toplanacak, bu bilgiler tecrübenin ışığı altında kullanılacak veya yorumlanacaktı. Öyle ki zamanla, büyücü, deney yapan araştırmacılar soyunca ilk sırayı aldı ve modern bilim adamının atası oldu; insan, kendi refahı için daha önemli adımlar atmaya yöneldiği zaman -örneğin sulama kanallarını inşa ettiğinde- bilinçli veya bilinçsiz olarak ruhlar dünyasındaki güçlerin doğa olaylarına doğrudan müdahalesini reddetti ve bunların daha ziyade işbirliği içinde olduklarını kabul eden süreci başlattı. Binlerce yıl boyunca bu iki yaklaşım yan yana, barış içinde yaşadı; daha sonra, insanın doğaya hükmetme teknikleri güçlendikçe, ruhlar dünyası, görevini yeniden belirlemek zorunda kaldı.
Eğer âlemin, ruhlar ve animistik güçler tarafından yönetilen bir etkileşimler âlemi olduğu düşünülürse, büyü temelli görüş, doğal âlemdeki olaylar arasında ilişki kurmak için uygun bir araçtı. Ancak eskiçağda Orta Doğu’da toplum geliştikçe, doğa olaylarının ayrıntılarına gösterilen ilgi, daha ’sağlam’ bir bilgi şeklinin ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu arada, büyü yavaş yavaş gözden düştü. Büyünün mistik özellilerini kişisel amaçlar doğrultusunda kötüye kullanılması, büyücülüğün doğmasın sebep olduğu gibi, kamusal gayeler doğrultusunda kötüye kulalnımı, güçlü bir rahip sınıfı yarattı, saf ve cahil insanları emellerine alet etti. Bu şekilde bir gerileme, sırası gelince, eski Yunan filozoflarını tamamıyla büyü dışı bir yaklaşıma yöneltti ve filozoflar böylece, Batı bilim kültürünün çekirdeğini teşkil edecek düşünce tarzını ortaya koydular.
Tarih öncesi (prehistorya) döneminde gerçek bilimin varlığını inkâr edenler vardır. Onlar için tarih öncesi tıbbı, cerrahisi ve teknolojisi tamamıyla pratiğe dayanır ve soyut temel ilkelerden yoksundur. Ancak büyü hakkında verdiğimiz bilgilerden, belirleyici bir temek doktrinin ve bir dizi temel ilkenin, tarih öncesi dönemde, gerçekten var olduğu açıktır. Bunlar, dünyada yalnızca görünen insanlar, hayvanlar, bitkiler ve mineraller bulunmadığını, fakat aynı zamanda, dünyanın görünmeyen ruhlar ve bunların kuvveleriyle dolu olduğunu ifade etmektedir. Bu kuvvetler yıldırım düşmesi, şimşek çakması, yer sarsıntısı veya seller sırasında herkes tarafından görülebilmekteydi. Hayvanlar ve insanlarda görülen bulaşıcı, öldürücü ve diğer hastalıklar, kötü ruhların etkilerinin birer delili olarak kabul edilmekteydi. Böylece, maddeler dünyasındaki doğal olaylar ile ruhlar dünyası arasında bağlantı kurulmuş ve her iki dünya ile ilgili yöntemler geliştirilmişti. Günümüzde bu temel ilkelerin bilimsel olduğu söylenemez, fakat ilkel zamanlarda böyle müdahalelerin önerilmesi rasyonel bir davranış sayılıdır. Bu ilkeler, insanlara karşılaştıkları çeşitli olayları açıklamak için uygun bir paradigma sunmaktaydı.
İlahi dünyanın, doğanın dünyasını etkilediği görüşü, geçerli görüş olurken, rahip veya rahip-büyücünün sahip olduğu bilginin bilimsel bir yönü de vardı. Din adamı, bir taraftan doğadan kaynaklanan bilgilere sahipken, diğer taraftan da tanrılara ulaşabilmekteydi. Bilim ile din arasında çatışma yoktu; her ikisi de gerçek dünyanın farklı yönlerini bağlamaya çalışmaktaydı. Tarih öncesi çağlardaki ve ilk medeniyetlerdeki bilim, doğaya ve ruhlara dayanan açıklamaların bir karışımıydı. Bu bilim, buradaki iki sebeple bilim olarak tanımlanmaktadır: Birincisi, gözlenen olayların arasında ilişki kurmada akılcı bir yol teşkil ettiği; diğeri ise, bazı gerçek ve doğru bilgileri, gözlem veya açıklamaları içerdiği içindir. Bu gözlem ve açıklamalar, yavaş yavaş birbirlerine bağlanacak ve günün birinde, büyü dışı bir görüş ortaya çıkacaktır.
Bilimin bekçileri oldukları için rahipler, Eski Mısır’da olduğu gibi, çok kez yönetimde söz sahibiydi. İleride göreceğimiz gibi, bilim birçok ülkede takvim ve tarım yılı ile sıkı sıkıya bağlantılıydı. Bu tip bilgiyi elde bulundurmak, yönetmelikler ve denetlemeler vasıtasıyla toplum üzerinde güç sahibi olmak demekti. Öyle ki, bazı bilim dalarına -örneğin astronomi- ait bilgiler, devlet sırrı gibi, çok sıkı saklanırdı. Benzeri bilgileri sır olarak veya başka şekilde elde bulundurmak, yüksek sosyal mevki işaretiydi. Bu durum, daha sonraki bazı toplumlarda, örneğin Yunan toplumunda, bilimin pratik, elle yapılan ve denemeye dayalı yönüne nazaran, onun entelektüel yönüne çok daha büyük önem verilmesine sebep oldu.
Geç Babil döneminde sezilmeye başlanan “yeni yaklaşım”ın özü neydi? Bu yeni yaklaşımın, yerini aldığı bilgiden -yalnızca belli bir grup tarafından anlaşılan ve elle yapılan işlemler neticesi elde edilen bilgi- farkı neydi? Bu yeni sentez, deneyimler arasında mantığa dayalı olarak kurulan karşılıklı ilişkilerden oluşmuştu; gizli ve doğaüstü unsurlara başvurmaksızın doğa olaylarını açılayan bir şema idi. Bu yeni görüş, ileri varlıkların müdahalesini reddetmekteydi. Yıldırım, Marduk’un ilahi hiddetinin bir belirtisi olmayıp, doğaüstü güçlerin katkısı olmadan etki yaratan “görünmez bir kuvvet”in sonucuydu. Yeni görüşün taraftarları ateist olmakla suçlanmışlar ise de, bu yeni görüşü benimsemek için ateizm zorunlu değildi: Tanrı ve tanrıçalar yerlerini korumaktaydı. Galileo’nun bin yıl sonra belirttiği gibi “İncil, gönlerdeki hareketi değil, Tanrı’ya giden yolu gösterir”di. Doğa olayları, doğadan kaynaklanan sebeplerin sonucu olarak kabul edilmekteydi. Kaprisli ruhların arzularına bağlı olmayan, ancak âlemin kuruluş şekline uygun, geçmiş, bugün ve gelecek için geçerli olan, genel ve değiştirilemez işleyiş modelleri aranmaktaydı. Bu bilimsel görüş, büyüye dayalı görüşten daha mantıklı değildi; yalnızca doğaya farklı bir bakıştı ve farklı önermeler üzerinde temellendirilmişti. Yine de, bu bilimsel görüş, âlemi anlamak, ona hakim olmak ve geleceği görmek için büyücünün izlediği yola nazaran çok daha güçlü araçlar sağlamıştı.
İçinde yaşadığımız garip dünyayı anlamak için verilen mücadele, asil ve sürekli bir mücadeledir ve hâlâ devam etmektedir. Bugünkü bilim sentezimiz, âlemi daha geniş ve etraflı olarak tanıma yolunda atılmış bir diğer adım ise de, son adım değildir. Bugün elimizde mevcut olan paradigmalarımız, gün gelince yerlerini yeni, geliştirilmiş ve düzeltilmiş teorilere bırakacaklardır; aynen, bizim bugün kabul ettiğimiz teorilerin daha önceki paradigmaların yerini aldığı gibi. Örneğin, bir zamanlar, bilimle uğraşan Batı’lı filozoflar, yıldız ve gezegenlerin, Yer merkezli saydam küreler üzerinde bulunduklarını genellikle kabul etmekteydi. Bu, gökteki hareket konusunda, en parlak zekâları bile yoracak kadar bilmecelerle dolu bir inançtı. Daha sonraları bu inanç, yerini gezegenlerin boş uzay içinde hareket ettikleri kavramına bıraktıysa da, bu kavram hâlâ insan aklına meydan okuyan yeni problemler içermektedir. Biz şimdi, evrensel çekim kuvvetinin yönlendirdiği bir hareket üzerinde, göreceli uzay-zaman dünyasında yaşıyoruz. Bu, günümüzdeki modern kozmoloji düşüncesinin doruğunu temsil etmektedir. Birçok bakımdan, saydam küreler doktrininden üstün olmakla birlikte, bu konuda söylenmiş son söz değildir. Yeni ve daha geniş kapsamlı bir paradigma da, şüphesiz, bunun yerini alacaktır. Bu yeni paradigma, büyüyü eski şekliyle artık içermeyecektir. Çünkü büyü bugün itibarını kaybetmiştir. Ancak, bazı kişilerin büyüyü ima eden, çağrışımı, karşılıklı münasebeti hatta ispritizmayı kabul eden yeni bir paradigma arayacakları şüphesizdir. Bu kişiler, âlemin modern bilimin sahasının dışında veya ötesinde kalan yönlerinin bulunduğuna inanmakta ve bu duruma bilimsel açıklamalar getirmeye çalışmakta; tanımlanamayan kuvvet ve etkilerden bahsetmektedir. Bunların tanımlanamama sebebi, bu fikrin henüz yeteri kadar incelenmemiş olması veya bu kuvvet ve etkilerin varlığının bir mantık meselesinden çok bir inanç meselesi olmasıdır. Böyle teklifler, genellikle, bugünkü bilim tarafından reddedilmiştir. Reddedilmelerinin bir sebebi, mevcut paradigmaların büyük ölçüde tartışma götürmez ve halen verimli teoriler olmasıdır. Daha da önemlisi, bugüne kadar yerine önerilen teorilerin hiçbiri yeteri kadar geniş olmadığı gibi, bunlar, doğruluğu veya yanlışlığı tecrübeyle ispat edilebilecek yeni fikirler getirememişlerdir. Büyüye kısmen dayalı çağdaş teoriler, şimdiye kadar başarı kazanamamıştır. Bu başarısızlığın sebebi, bu teorilerin modern teorilere uymamaları değil, ancak yeteri kadar düzenli entelektüel ve deneysel araştırmaların ürünü olmamalarıdır. Zira, bugün bilim, pratiğe ve akla dayalı ciddi bir uğraşıdan başka bir şey değildir; ispat edilemeyen varsayımlar, ancak son derece doğurgansa yaşayabilir.
Bilim Tarihi, Colin A. Ronan, sayfa 5-9
Bilimin kaynakları eski şaman ve paganlara dayandığı bir gerçek. O zamanlar bilgi yazılı ve düzenli bir şekilde değil ama sözden söze usta – çırak ilişkisi içinde el vererek dağıtılıyordu. Daha sonra büyük kütüphaneler ve parşömenler sayesinde bilgi yazılmaya başlandığında daha düzenli bir hale gelmiştir.