Nedensellik – Belirlenimcilik , Rastlantı ve Özgür İrade

Sık sık inananların ruhun varlığı kabul edilmeden özgür iradenin varlığı olanaksızdır savıyla karşılaşmaktayız. Bu savı temellendirmek için de, maddi dünyada her olayın bir nedeni vardır, rastlantısal hiçbir olay yoktur, olaylar zincirleme olarak birbirini belirlerler, dolayısıyla, duygu ve düşüncelerimiz beynimizdeki elektriksel ve kimyasal olayların sonucundan ibaretse, özgür irade olanaksızdır argümanı kullanılmaktadır.

Önce, tarih boyunca sonu gelmez tartışmalar yaratan şu rastlantı sorunsalını irdeleyelim. Rastlantı nedir? Elimdeki İngilizce sözlüğün coincidence maddesi, rastlantıyı, şans (chance) sözcüğüne gönderme yaparak açıklıyor: olayların şans eseri ortaya çıkması… Chance sözcüğüne baktığımızda ise, olayların görülebilecek ya da anlaşılabilecek herhangi bir neden olmaksızın ortaya çıkması olarak tanımlandığını görüyoruz… Metin yazarı da, birazdan savunacağım, rastlantı olarak değerlendirilen her olayların gerçekte nedenlerinin olduğu inancını paylaştığından olsa gerek, altını çizdiğim sözcükleri tanımda kullanmış.

Bu noktada, rastlantı sözcüğüne ait temel iki anlamsal ayrımdan söz etmek istiyorum. Bizim rastlantı diye adlandırdığımız olay, görülebilecek ya da anlaşılabilecek olmayan bir nedenden ötürü ortaya çıkmış olabilir. Bizim mevcut algı ve bilgi yeteneğimizi aşan -belki de bizim hiçbir zaman bilemeyeceğimiz- bir nedenden dolayı ortaya çıkan bu olayı rastlantı olarak nitelediğimizde epistemik (bizim bilişimize özgü) rastlantıdan söz ediyoruz. Oysa, olayın gerçekte hiçbir neden olmaksızın ortaya çıkması durumunda, bu ontik (varlığa özgü) bir rastlantı olacaktır. Aşağıda, evrende ontik rastlantının olmadığını, olsa bile bunun özgür irade konusuyla bir bağlantısı olmadığını savunacağım.

Evet, klasik fiziğe göre, her olayın bir nedeni vardır. Olaylar, biz gerçek nedeni anlamasak bile, büsbütün nedensiz olarak ortaya çıkamaz. Her olayın bir nedeni ve etkisi olduğu savına nedensellik (casuality), önceki belirli olayların (neden), sonraki belirli olayları (etki) belirlediğini savunan bu görüşe belirlenimcilik (determinizm) diyoruz. Belirlenimcilik, nedenselliği mantıksal olarak içerirken, nedensellik belirlenimciliği mantıksal olarak gerektirmez. Belirlenimciliğin en aşırı ucunu, Laplace’ta buluruz:

“Evrenin şimdiki durumunu, bir önceki durumunun etkisi ve bir sonraki durumunun da nedeni olarak kavramamız gerekir. Doğa’ya canlılık veren tüm güçleri ve onu oluşturan varlıkların bütün konumlarını bilebilen bir zeka olsaydı ve ayrıca bu zeka tüm bu veriyi çözümleyecek ölçüde büyük olsaydı, evrendeki en büyük cisimlerden en ufak atomlara değin her şeyin devinimini bir formül içinde toplayabilirdi.Onun için hiçbir şey kesinlik dışında kalmaz, geçmiş de gelecek de gözünün önünde serili olurdu.”

(A Philosophical Essay on Probabilities, 2. Bölüm)

Laplace’ın buradaki ikinci savını, yani evrenin geleceğinin hesaplanabilir, formülize edilebilir olduğu savını, hem de klasik fizik yasaları dışına çıkmadan, çağımızın en büyük matematik ve fizikçilerinden Roger Penrose, matematiksel olarak çürütmüştür. Buna göre, birinci sav, yani nedensellik ilkesi doğru bile olsa, ikinci sav geçersizdir. Yani bırakın evrenin tamamını, belirli ölçüde karmaşık bir kaotik sistemi bile hesaplayabilecek sonlu bir formül, duran (sonsuz döngüye girmeyen) bir algoritma yoktur. Yani -mantığı bildiğimiz matematiksel kurallar dahilinde işleyen- hiçbir varlık geleceği hesaplayamaz.

Arda Denkel, Belirlenim, Neden ve Değişim başlıklı yazısında (Düşünceler ve Gerekçeler II, Göçebe Yay. 1997, sf 61-93) belirlenimciliğin üç derecesinden ve üç savından söz ediyor: (Yukarıdaki Hume’a ait alıntıyı da aldığım bu makaleden, bu bölümde yararlanacağım)

A.1) Her olayın bir nedeni (cause)vardır.

A.2) Her olayın belirli bir nedeni vardır.

A.3) Her olayın zorunlu olan belirli bir nedeni vardır.

B.1) Her olayın bir etkisi (effect) vardır.

B.2) Her olayın belirli bir etkisi vardır.

B.3) Her olayın zorunlu olan belirli bir etkisi vardır.

C.1) Evrende (dizgede – sistemde) önceki olaylar sonraki olayları belirler.

C.2) Evrende önceki belli olaylar sonraki belli olayları belirler.

C.2) Evrende önceki belli olaylar sonraki belli olayları zorunlu olarak belirler.

Burada, 3’lerin 1 ve 2’leri gerektirdiği açıktır: 3’ler doğru ise, 1 ve 2’ler de doğrudur. Elbette, aynı şey ters yönde geçerli değil. 1’leri, 2 ve 3’lerin doğruluğunu savunmaya yükümlü olmaksızın öne sürebiliriz. 1’lerin yadsınması, 2 ve 3’lerin de sonuç olarak yadsınmasını gerektirirken, 3’leri yadsımak, 1 ve 2’leri de yadsımayı gerektirmez.

İzninizle burada, bir şey anımsatmak istiyorum: nedensellik zorunlu olarak doğru olması gereken bir ilke değildir. Mantıksal zorunluluktan söz ediyorum; hiçbir olayın neden olmadığı bir olayı düşünürken -bu fiziksel, eşdeyişle olumsal (contingent) bir olanaksızlık olsa da-, mantıksal bir çelişkiye düşmeyiz. Nedensiz hiçbir olay olmaz önermesi, dört köşeli bir üçgen olmaz önermesi gibi mantıksal bir zorunluluğu dile getiren bir önerme değildir. Üçgen önermesi analitik (tanımla ilgili), zorunlu ve a priori (doğruluğu deneye başvurmaksızın saptanan) bir önermeyken, nedensellik önermesi, sentetik (bilgi ifade eden), olumsal ve a posteriori (doğruluğu ancak deneyle sınanabilen) bir önermedir. Bunu ilk ifade eden düşünür, David Hume olmuştur. Hume, nedensellik ilkesini, sürekli bir arada gözlemlenen (constant conjunctions) olgulardan tümevarım yoluyla çıkardığımızın altını çizmiştir.

Şimdi, nedensellik ilkesinin mantıksal olarak zorunlu olmadığı gerçeğinden hareket ederek, yukarıdaki 3 önermelerinin doğru olmadığını söylemeliyiz. Bunlar, fiziksel dünyaya ait önermelerdir. Fiziksel dünyadan, soyut matematik dünyasındaki kesinliği ve zorunluluğu beklememeliyiz.

Burada, 2 ve 1 önermeleri arasındaki ayrımı çizmeliyiz: bu ayrım, düzenli olan ve düzenli olmayabilen evrenler arasındaki ayrımdır. Çünkü 2’lerin içerdiği ve nedenselliği yasallaştırılabilirliğe (genele yayılabilirliğe) bağlayan belirli neden – ya da etki- 1’lerde gerekli kılınmamaktadır. 1’leri herhangi bir neden -ya da etki- doğrulayabilir. Yani belli bir olayın alışılagelmiş, onu geçmişte düzenli olarak doğurmuş olan nedeninden farklı olan herhangi bir nedenin varlığı da 1’leri doğrulamaya yeterlidir. Aslında, nedenler bağlamında, bunu gözlemleriz: örneğin ders çalıştığımız için sınıfı geçtiğimiz gibi, kopya çekerek de geçebiliriz!

İçinde bulunduğumuz evren -gözlemlediğimiz kadarıyla- hemen her yerinde büyük bir düzenliliğin geçerli olduğu bir ortamdır. Bundan ötürü, yalnızca 1 önermelerini evrenin geneline ilişkin olarak öne sürmek yanlış bir şey olmasa da eksik bir şey söylemek olacaktır. 1 önermeleri ile doğada bulunduğu biçimdeki nedenselliğin kavranamayacağını onaylamalıyız. Peki 2’ler de biraz fazla sıkı kaçmayacak mıdır? Her olayın belirli bir tek nedeni olduğunu savunmak, yukarıdaki örneğimizde olduğu gibi, biraz güç Bundan dolayı, nedensellik üzerine düşünce geliştiren felsefeciler neden alanlarından, neden öbeklerinden, birlikte sağlanan nedensel koşullardan söz ediyorlar. Öbür koşulların yerine gelmiş olmaları durumunda, bu koşullar arasında herhangi birinin neden sayılabildiğini göz önüne alıyorlar. Dolayısıyla burada salt olarak 2’lere değil, 2’lerin 1’lere doğru kayan daha yumuşak bir yorumu geliştirmek gereği var. Burada gereken, genelleştirilebilir oluşları yanı sıra sayıca birden çok olabilen nedenlerden söz edebilmeye izin verecek bir dile getiriştir ve böyle bir şeyi geliştirme yönünde, örneğin John Mackie tarafından çok başarılı adımlar atılmıştır. Dolayısıyla, dile getiriliş biçimleri (nedensel koşulları veya fiziksel zorunlulukları saptamak gibi) çeşitlilikler gösterebilse de “nedensel yasa” dediğimiz şeylere uymadıkları, onlara aykırı düştükleri söylenebilecek düzensiz ve tekil nedenlerin -ontik rastlantıların- varlığını ileri sürmeye gerek yoktur.

Yeri gelmişken, burada bir parantez açarak, kısaca ortaçağ skolastik felsefesinin konusu olan ve günümüzde ancak parmakla gösterilebilecek sayıda savunanı olan ereksellik (teleoloji) konusuna da değinmek istiyorum: Ereksellik, olaylar arasında nedenselliğin kurduğu bağı, ters yönden kurar: neden etkiyi belirlemez, etki nedeni belirler; etki, nedenin sonucu değil, amacıdır erekselliğe göre. Örneğin nedensellik cisimlerin yere düşmesini yerçekimiyle (ya da genel görecelilik kuramına göre kütlenin uzayı eğmesi sonucu cisimlerin jeodezik çizgiler üzerinde hareket etmesi) açıklarken; erekselliğe göre, yerçekimi, cisimler yere düşsün diye vardır!

Yukarıda, klasik fiziğe göre (burada Roger Penrose’un ayrımına katılarak, özel ve genel göreceliliği de klasik fizik başlığı altına katıyorum) doğada ontik anlamda rastlantının olmadığını, her olayın bir nedeni olduğunu söylemiştik. Peki kuantum fiziğinde durum ne? Kuantum fiziğinin en temel ilkesi olan Heisenberg belirsizlik ilkesi rastlantıyı, nedensiz olayları gerektirmez mi?

Bu soruya yanıt vermeden önce, belirsizlik ilkesini kısaca anımsayalım:

Belirsizlik ilkesi, kısaca, parçacıklar üzerinde yaptığımız ölçümlerin hassaslığına teorik bir limit tanımlayan ilkedir. Yani buna göre, bir parçacık üzerinde ne kadar titiz bir ölçüm yaparsak yapalım, belli bir hata oranının ötesinde bir kesinlik elde edemeyiz. İlkenin formülasyonu, bir parçacığın (örneğin elektron) konumu ve momentumunun ölçümündeki hata oranlarının çarpımının bir sabitten daha küçük olamayacağını bildirir. Yani bir elektronun konumunu ne kadar büyük bir hassaslıkla ölçüyorsak, momentumunu da o kadar büyük bir belirsizlikle ölçebiliriz. Momentumunu kesin ölçmeye kalktığımızda da konumu elimizden kayar. Dolayısıyla, hiçbir zaman kuantum dünyasının kesin bir görüntüsünü elde edemeyiz. Elde edebileceğimiz şey, yalnızca olasılıklardır. Daha da ilginci, bu dünya onu gözlemleyenin eyleminden sanki haberliymiş gibi davranır gözükür; yapılan deney ya da gözlem, bizzat sonucu etkiler.

Belirsizlik ilkesi nereden kaynaklanmaktadır? Bu belirsizlik maddenin özüne mi aittir, yani maddenin en küçük parçacıkları gerçekten kuralsız bir biçimde mi davranır, yoksa bu bizim parçacıkları bilişimizdeki, gözlemleyişimizdeki kısıtlamalardan mı doğar? Maddenin doğasında mı belirsizlik vardır, yoksa bizim kurduğumuz -kurabildiğimiz- matematiksel modelde mi?

Bilindiği gibi, kuantum fiziğinin çıkış noktası, enerjinin ancak, frekansı ile Planck sabiti dediğimiz bir katsayının çarpımı büyüklüğünde belli bir niceliğin tamsayı katları durumunda paketlerle salınabileceğidir. Yani enerjiyi -dolayısıyla maddeyi de- sözü edilen sabit nicelikten daha küçük bir niceliğe bölemezsiniz. Örneğin bir fotonun enerjisi, frekansı (yani ışık hızı / dalga boyu) ve Planck sabitinin çarpımına eşittir. Oysa, yaptığımız her gözlemde, gözlemleyeceğimiz parçacığın boyutu ile orantılı olacak şekilde küçük dalga boyunda (yüksek frekansta) foton kullanmak durumundayız; dolayısıyla hiçbir gözlem, kullandığımız fotonun dalga boyunun izin verdiğinden daha yüksek bir duyarlılıkta olamaz. Bu durumda örneğin bir elektronun yerini yüksek bir duyarlılıkla belirlemek için kullanacağımız bir fotonun dalga boyu çok küçük, frekansı da çok büyük olmalıdır. Böyle bir fotonun enerjisi o kadar yüksektir ki, ölçümden hemen sonra elektronu, momentumunu arttırarak yerinden zıplatır. Maddenin ve enerjinin kesikli niceliklerden (kuantum) oluşan doğası, ölçümlerimize teorik bir hassaslık sınırı getirmektedir.

Kuantum fiziğinin geliştirildiği yıllarda parlayan felsefe akımı pozitivizmdi. Pozitivizm, kuantum fiziğinden etkilendiği gibi, kuantum fizikçileri de pozitivizmden etkilendiler. Kuantum fiziği, pozitivizmin ve daha sonra ondan daha keskin sonuçlara ulaşan epistemizmin savlarına, fiziksel taban sunuyordu. Giderek fizikçilerin çoğunluğu da pozitivist yorumları benimsediler.

Pozitivizm, doğrulanamayacak daha doğrusu yanlışlanamayacak önermeleri, felsefe dışına atma yolunu izler. Örneğin bilincimizin dışında gerçekten bir nesnel dünyanın varolduğu, ya da gerçekte varolmayıp onun zihnimizin bir yanılgısı olduğu yolundaki tüm ontolojik (varlığa ilişkin) önermeler pozitivizme göre metafiziğin önermeleridir. Varsa dış dünyaya ait bilgimizin kaynağı algılarımız olduğundan, nesneleri doğrudan değil, ancak duyum organlarımızda bıraktığı etkiler dolayısıyla bilebildiğimizden, onların algılarımız dışında gerçekten varolduğuna -ya da olmadığına- ilişkin bir kanıtımız yoktur pozitivizmin temel savına göre. Pozitivizmden yola çıkan epistemizm ise daha uç sonuçlara vardı; ontolojik önermeleri felsefe dışına çıkarmakla yetinmeyen epistemizm, varolmanın ön koşulu olarak algılanabilir olmayı koydu. Epistemizme göre, yukarıda ayrımını çizdiğimiz epistemik ve ontik ayrımı geçersizdir; epistemik olan, aynı zamanda ontik olandır; bizim bilişimize, algımıza ait olan neyse, varlığın özüne ait olan da odur.

Burada, çözemediği bir çok sorun yanı sıra ek sorunlar getirmesi dolayısıyla günümüzde modası geçmeye başlayan pozitivizm ve epistemizmi tartışmayacağım; ancak, pozitivizmin kuantum fiziğine getirdiği yorumu vermek istiyorum: ölçmemizde teorik bir belirsizlik olmak zorundaysa ve madde ve enerjiye ilişkin söyleyebileceğimiz tüm önermeler söz konusu belirsizlik dolayısıyla ancak belli bir duyarlılığa kadar ve istatiksel olarak doğru olabiliyorsa, söz konusu belirsizliğin madde ve enerjinin özüne ait olmadığını öne süremeyiz. Madde ve enerjinin kendinde gerçekte bir belirsizlik yoktur savı, ne doğrulanabilir, ne yanlışlanabilir bir savdır, dolayısıyla metafizik bir savdır pozitivizme göre. Epistemizm ise, bunun ötesinde, belirsizliğin madde ve enerjinin özüne, kendisine ait bir nitelik olduğunu savunur.

Kendimi pozitivizmle bağlı hissetmiyorum, pozitivist değilim. Ancak şunu da itiraf etmem gerekiyor: Belirsizliğin ölçmemizdeki kısıtlamalardan ortaya çıktığı, dolayısıyla maddenin özüne ait olmadığı inancımı kanıtlayabilecek gözlemsel/deneysel olanaktan yoksunum. Ancak, belirsizliğin maddenin özüne ait olduğu savı da tıpkı benimkisi gibi bir inançtır. Benim savım metafizikse, savımın karşıtı olan epistemist sav da metafiziktir. Ayrıca, maddenin özüne ait belirsizliğin gerçekte olmadığı savı, büsbütün dayanaksız bir sav da değildir: kuantum ölçeğini biraz aşmaya başlayınca, belirsizlikler hızla kaybolur, madde bir anda düzene girer. Üstelik kuantum ölçeğinde bile istatistiksel anlamda bir düzenlilik vardır, madde hiçbir ölçekte tümüyle düzensiz değildir. Ölçek limite doğru küçüldükçe, 0’a yakınsadıkça gözlemlenen düzensizlik artar artmasına da hiçbir zaman tümüyle düzensizlik olmaz. Alabileceğimiz bilgi kuantum boyutunda ancak istatistiksel bir bilgi olsa da, nedense ortaya çıkan eğri, aslında ortada bir düzen olduğunu açıkça gösteren bir çan eğrisidir!

Kuantum fiziğinin küçükler dünyasını ancak yaklaşık olarak betimlediği, ondan daha temel kuramların mümkün olduğu, henüz göremediğimiz saklı değişkenler aracılığıyla, kuantum fiziğinin öne sürdüğü belirsizliklerin aşılabileceği yolundaki görüş, -Einstein’ın görüşü- aradan yüz yıla yakın bir süre geçtiği halde henüz doğrulanamamıştır. Ama bu son yüzyılda fiziğin vardığı noktanın varılabilecek son nokta olduğu, kuantum fiziğinin mutlak anlamda bir son olduğu da insafsız bir savdır.

Yukarıda, nedensiz hiçbir olayın olmadığı, ölçme ve gözlem sınırlarımızı aşsa da gerçekte her olayın bir nedeni olduğu düşüncesini öne sürerek nedensellik ilkesini ve dolayısıyla -Laplace’ın ortaya attığı kadar katı olmayan bir- belirlenimciliği savundum. Peki ontik anlamda rastlantıyı ortadan kaldırarak özgür iradeyi olanaksız hale getirmiş olmuyor muyum?

Önce tekrar rastlantı konusuna dönerek, ontik anlamda rastlantıların varlığını savunmakla özgür iradenin olanaklılığını öne sürmenin birbiriyle ilgisi olmadığını görelim:

Önce, beyinlerimizin çalışma düzeneğinde kuantum süreçlerini olmadığını anımsatmak istiyorum. Beyinlerimiz kuantum belirsizliğinin söz konusu edilebileceği tek tek elektronlarla ve hele fotonlarla çalışmaz. Her bir sinaps, her ateşlemede -beyin hücrelerimizin bağlantısı- kuantum belirsizliğinin etkisinin ancak bir pinpon topunun dünyamızın momentumuna edebileceği ölçüde olabileceği milyarlarca kere milyar elektron -daha doğrusu yüklü atomlar olan iyonlar- ile çalışır. Dolayısıyla kuantum ölçeğindeki belirsizliklerin gerçek anlamda belirsizlikler olduğunu kabul etsek bile, bu belirsizliklerin beyin süreçlerimizde söz sahibi olabileceklerini kabul etmeye olanak yoktur.

Öte yandan, beyin, her biri binlerce -hatta beyin kabuğunda on binlerce- başka nöronla bağlantılı milyarlarca nöronun oluşturduğu kaotik bir sistemdir. Böyle bir kaotik sistem, Roger Penrose’un gösterdiği gibi, hesaplanamaz bir kaotik sistemdir. Başka bir ifadeyle, bir beynin girdisi tümüyle bilinse bile, çıktısını hesaplayabilecek sonsuz döngüye girmeden duran bir algoritma olamayacağını Roger Penrose matematiksel olarak kanıtlamıştır. Bu durumda, nedenlerin değil sonuçların -epistemik anlamda – belirsiz olduğunu söyleyebiliriz ancak.

Yine de bir an için mutlak anlamda rastlantıların olduğunu ve bu rastlantıların karar alma süreçlerimizi etkilediğini, etkilemenin de ötesinde karar alma süreçlerimizin -kısmen de olsa- rastlantılar tarafından belirlendiğini varsayalım. Bu durumda ortaya çıkan her neyse ona özgür irade diyebilir miyiz? Özgür iradenin özgürlüğünü kör rastlantıya bağlayabilir miyiz? Benim kişisel yanıtım, kesin bir hayırdır! Hayır, temelinde rastlantıların olduğu bir özgür iradeden söz edilemez. Rastlantı gerçekte varsa bile, rastlantı sayesinde değil, ancak rastlantıya rağmen özgür olunabilir. Rastlantılar ontik anlamda varsalar bile, bizi özgür kılmak bir yana, bilgimizi zaafa uğratarak özgürlüğümüzü sakatlar. Çünkü bu yazının devamında özgürlüğün ancak bilmekle mümkün olacağını ve ancak daha çok şey bildikçe daha özgür olabileceğimizi savunacağım.

Özgür İrade Ruhun Varlığıyla Açıklanamaz

Peki maddenin belirlenimci yasalara bağlı olduğu, özgür iradenin maddi bir temeli olamayacağı, dolayısıyla özgür iradenin ancak maddeden apayrı bir töz olan ruhun varlığıyla olanaklı olabileceği savı için neler diyebiliriz?

İşin tuhaf yanı, insan varlığının özünü ruha bağlayan dinler, ruhun nasıl bir şey olduğuna ilişkin hiçbir şey söylemezler. Ruh, ruhtur, neyse odur; dokunulamaz, anlaşılamaz, üzerinde fazla düşünülmesi ve söz söylenmesi pek hoş karşılanmayan ne olduğu belirsiz bir şeydir dinlere göre.

Parapsikoloji gibi kerameti kendinden menkul -bana sorarsanız şarlatanlıktan başka bir şey olmayan- anti-bilimsel disiplinlerin ruh betimlemeleri daha trajiktir: ruh, enerji, ışık, nur vs gibi etkisi hissedilen, soğukluğu, sıcaklığı algılanan, hatta duruma göre görülen, zaman zaman fotoğrafı bile çekilebilen (!) gaz, sıvı ya da jöle kıvamında bir şeydir onlara göre. Pozitif enerji, negatif elektrik, aura gibi saçma sapan terimleri pek severler. Buna göre, ruhun maddeden ilkesel olarak pek farkı olmadığı çıkar ortaya. Her neyse bu savları burada ciddiye alıp irdelemenin hiç gereğinin olmadığı, sayın okuyucular için açıktır sanıyorum.

Tüm varlıkların maddesel ve ruhsal olmak üzere iki ayrı kategoriye ayrıldığını savunan felsefe akımına dualizm (ikicilik) diyoruz. İlk olarak Descartes’ın formüle ettiği dualizme göre, madde ve ruh, birbirleriyle örtüşmeyen, birbirlerine indirgenemeyen, birbirlerine dönüştürülemeyen, birbiri ile hiçbir ortak noktası olmayan, tümüyle iki ayrı varlık alanı, iki ayrı tözdür. Dualizme göre, madde uzayda yer kaplarken, ruh uzayda bile değildir. Görülen, dokunulan, algılanan şey maddedir; fizik yasaları yalnızca maddeye ilişkindir. Ruh ise, maddeye hayat veren şeydir; ruhlarımız sayesinde algılarız, düşünürüz, duygulanırız. Dış dünyadaki fiziksel olaylar, kendileri de maddesel olan duyu organlarımızı etkiler, imgeleri oluşturur. Fiziksel, yani maddesel olan imgeler ise, ruhumuzca algılanır; ruhumuz karar verir; ruhumuz organlarımıza hükmederek fiziksel dünyada iş yaptırır… Descartes, sinir sistemimiz ve beynimizin işlevini, dış dünya ile ruhumuz arasında aracılık etmek olarak açıklamıştır. Yani burada maddesel dünyadan ruhsal dünyaya ve ruhsal dünyadan da maddesel dünyaya karşılıklı etkileşim söz konusudur. Fiziksel olaylar ruhsal olaylara neden olur, ruhsal olaylar da fiziksel olaylara neden olur. Kısacası dualizm madde ve ruh arasında neden sonuç ilişkileri olduğunu savunur.

Dualizmin en büyük sorunu, birbiri ile hiçbir ortak noktası olmayan, tümüyle iki ayrı tözün nasıl birbiriyle etkileşebildiğinin açıklanmasıdır. Öyle ya, iki nesne birbiriyle etkileşiyorsa, aralarında mutlaka bir ortak nokta, paylaşılan bir şey vardır. Ya uzay içinde birbirlerine komşu konumdadırlar, birbirlerine değerler, ya da aralarında yine maddesel bir alışveriş olur, bir sinyal, foton gibi… Oysa ruh, maddeye değmek bir yana, uzay içinde bile değildir! Aralarında bir alışveriş varsa değiş tokuş edilen şey eğer madde ise, ruh o maddeyi nasıl alır? Yok eğer ruhsal bir şeyler değiş tokuş ediliyorsa, bu sefer o ruhsal bir şeyler için aynı soru sorulacaktır.

Dualizmin, ya da genel olarak özgür irade ve bilinci ruh ile açıklamaya çalışan tüm düşüncelerin tek sorunu bu değildir? Çok daha büyük bir sorun vardır ruh için: Ruh nasıl bir şeydir? Maddenin yasaları gibi ruhun da tabi olduğu kendine özgü yasaları var mıdır? Ruhsal olaylar birbirleriyle neden – sonuç ilişkisine girer mi? Ruhsal olaylar da madde gibi belirlenir karakterde midir? Yukarıdaki açıklamaya göre, dualizm bu sorulara evet yanıtı verme eğilimindedir. Öyle ya, ruhsal olaylar fiziksel olaylarla neden – sonuç ilişkisine giriyorsa, etkileşiyorsa, birbirleriyle de etkileşebilmelidir. Ancak, burada yalnızca dualizmle hesaplaşmadığımızı unutmamamız gerek; esas olarak, ruhun varlığını ve özgür iradenin ancak ruhun varlığıyla mümkün olduğunu savunan tüm düşüncelerle hesaplaşıyoruz. Her neyse, yukarıdaki sorulara verilen evet yanıtı açık bir çelişkiye yol açar: eğer maddenin tabi olduğu yasalar yüzünden, fiziksel olayların neden – sonuç ilişkileriyle belirlendiğinden ötürü, özgür iradenin varlığının maddesel temelde olanaklılığını yadsıyorsanız ve ruhun da tabi olduğu kendine özgü yasaları ve nedenselliğinin bulunduğunu kabul ediyorsanız, yine aynı nedenlerden ötürü, özgür iradenin ruhun varlığı temelinde olanaklı olduğunu da yadsımalısınız!

Yukarıdaki sorulara hayır yanıtı vermek ise hiç kolay değildir. Anılarımızın, önceki deneyimlerimizin arzularımıza, isteklerimize, kararlarımıza neden olmadığını kim tutarlı olarak savunabilir ki? Arzularımızın ve kararlarımızın kendiliğinden, tümüyle nedensiz ve hiçbir kurala, yasaya bağlı olmaksızın ortaya çıktığı savının yanlış olacağı, sanırım herkes için açık olsa gerek. Burada şimdilik tutarlı olarak savunulabilir görünen tek şey, ruhsal denilen olayların da kendine özgü kuralları ve nedenleri olduğu, ancak iradeyi özgür yapan şeyin, bu olayların başka birileri tarafından, dahası iradenin sahibi tarafından bile, önceden hesaplanamayacağı, kesinlikle öngörülemeyeceği olabilir ancak. Bu ise, konumuzla şu anda ilgisi olmayan, ruhsal süreçlerin ilkesel olarak bilinemez olması ek savı dışında, yukarıda ilk bölümde betimlemeye çalıştığım Laplace’çı olmayan belirlenimci yorumun da paylaştığı bir şeydir zaten. Bu konuya ileride daha ayrıntılı değineceğim.

İşin ilginci, hayır, ruhun tabi olduğu yasa yoktur, ruhsal olaylar nedensiz olarak, kendiliğinden ortaya çıkarlar yanıtı da, geçersizlikle malul olması bir yana, ruhçuluğu kurtarmaz. Eğer ruhsal olaylar hiçbir nedene bağlı olmadan kendiliğinden ortaya çıkıyorsa, bunun rastlantıdan farkı nedir? Yoksa söz konusu olan ruh olduğu için bu kör değil de gözü açık bir rastlantı mı?! Özgür irademizi hiçbir yasaya tabi olmadan kendi kendine işleyen ruhumuza bağlamanın, nedensiz ve belirsiz maddesel rastlantılara bağlamaktan ne farkı vardır? Oysa yukarıda rastlantının özgür iradeye temel alınamayacağını göstermiştik.

Konumuza bir örnekle devam edecek olursak, üniversite sınavına girmeden önce tercih listesinin 1. sırasına Cerrahpaşa Tıp Fakültesi yazan bir öğrencinin bu tercihinin hiçbir nedene bağlı olmaksızın oluştuğunu kimsenin öne sürebileceğini sanmıyorum. Öğrenci, tercihini yaparken, tıp mesleği hakkında bildiklerini, bildiği sandığı şeyleri, yakın arkadaşlarının, ailesinin görüşlerini, kendi yetenek ve eğilimlerini, yani o güne kadarki formasyonunu, üniversite hayatını İstanbul’da geçirmenin artı ve eksilerini, Cerrahpaşa’nın konumunu, ulaşım ve diğer olanaklarını ve bunun gibi hemen akla gelebilecek onlarca -belki de bir alt kademeye inildiğinde yüzlerce, binlerce- şeyi zihninde tartacak ve ona göre karar verecektir.

Öğrencinin tercihini -iradesini- belirleyen binlerce etmenin arasında bir kaç tanesinin nedensiz olarak ortaya çıktığı ilk anda düşünülebilir. Hatta şöyle bir örnek de verilebilir: Çocukluğu aynı koşullar altında geçmiş, üniversite sınavına gelinceye kadar aynı okullara birlikte gitmiş, aynı kişilerle arkadaşlık etmiş, aynı kitapları okumuş, aynı saatte uyanmış, aynı saatte uyumuş, birbirlerinden hiç ayrılmamamış iki tek yumurta ikizi kardeş, tüm bu ortak deneyimlere karşın, üniversite tercihlerini farklı belirleyebilirler. Bu durumda onların tercihlerini belirleyen saydığımız ortak deneyimlerin yanı sıra ortak olmayan etmenlerin de bulunduğu ve bu ortak olmayan etmenlerden kimilerinin ikisinin ayrı olan ruhlarından kaynaklandığı ve bunların da nedensiz (rastlantısal diye de okuyabilirsiniz) olarak ortaya çıktığı öne sürülebilir mi?

Bence bu sav dayanaksızdır. Yukarıdaki örnekten ancak tercihleri belirleyen ortak olmayan etmenlerin kimilerinin nedenlerini bilemediğimizi öne sürebiliriz. Buradaki belirsizlik de ilkesel olarak yukarıda tartıştığımız gibi epistemik türdendir bana kalırsa.

Sonuç olarak, gösterdiğimiz gibi özgür iradeyi ruh gibi maddeden ayrı bir töze bağlamak durumu kurtarmamaktadır. Yukarıda irdelediğimiz gibi, maddesel temelde bir özgür iradeyi tanımlarken karşılaşacağımız bütün güçlükler, aynen ruh için de geçerlidir. Ek olarak, ruh kavramı bir çok sorunu da beraberinde getirmektedir. Bilinmeyeni bilinmeyen başka bir şeyle açıklamaya çalışmak ancak safdillik olacaktır. Böyle bir tutum bilinmeyen sayısını en az ikiyle çarpmaktan, çözülmek istenen bir düğümün önüne daha da büyük bir düğüm atmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Görüldüğü gibi, ruh her ne kadar elle tutulamasa bile Ockham’ın usturasıyla kesilmekten kurtulamamaktadır!

Özgür İrade ve Belirlenimcilik

Peki belirlenimci maddesel bir dünyada özgür irade nasıl olanaklı olabilir? Bu gerçekten çetin bir sorundur; öyle ki kimi filozoflar bu konuyla hiç ilgilenmezler, psikolog ve nörologların çoğu da özgür irade terimini pek ağızlarına almamaya çalışırlar. Ultra-materyalist (kaba-materyalist diye de okuyabilirsiniz) çoğu bilim adamı ve düşünür, özgür iradenin bir yanılsama olduğunu savunur. Bilincin maddesel tabanını çok başarılı bir biçimde açıklayabilen Francis Crick (James Watson ile DNA’nın moleküler yapısını keşfederek 1962 Nobel Ödülünü almış İngiliz fizikçi ve biyokimyacısı) bile, özgür iradenin bize varmış gibi geldiğini belirtmektedir:

İlk varsayımım insan beyninin bir parçasının gelecekteki eylemler için planlar yapmakla görevli olduğuydu. Beyindeki bu yerin planları yerine getirmekle ilgilenmesi gerekmiyordu. Bir de kişinin bilincinde olduğunu varsaydım bu planların

Doğrusu, özgür irademizi öylesine içten hissederiz ki, bunun bir yanılsama olduğunu kabul etmemiz tümüyle sağduyumuza aykırı. Elimizde görecelilik kuramının anlaşılmasında olduğu gibi, sağduyumuzun bizi zaman zaman yanılttığına ilişkin veriler olsa da aslında en dolaysız olarak varlığını bildiğimiz şeylerden biri olan özgür irademizi reddetmemiz neredeyse olanaksızdır.

Kaynaklar ve Okuma Önerileri:

Roger Penrose, Kralın Yeni Usu 1 ve 2, TÜBİTAK Yayınları, 1998

Roger Penrose, Küçük, Büyük ve İnsan Zihni, Sarmal Yayınları, 1998

Douglas R. Hofstaedter, Gödel, Escher, Bach: An Eternal Golden Braid, Vintage Books, 1980

Douglas R. Hofstaedter – Daniel C. Dennett, Mind’s I, Penguin Books,

Arda Denkel, Düşünceler ve Gerekçeler II, Göçebe Yayınları, 1998

Francis Crick, Şaşırtan Varsayım, TÜBİTAK Yayınları, 1997

Bir yanıt yazın