Kadın Filozoflar

Antik Çağ’dan Rönesans’a kadar bütün tasvirlerde felsefeyi bir kadın simgeler

SOPHIA

İlk kez tek tanrılı dinler ortaya koyduğu simgelerle kadınları bilgeliğin dışında bırakmış ve “sadece erkeklerle tanrı anlaşma yapar, sadece erkekler, tanrı ile insanlar arasında aracı olabilir” denmiştir.

Aynı şey Batı Felsefesinde de geçerliydi. Neredeyse kadınların sözü bile edilmezdi.

Metzler 1989’da hazırladığı 300 biografik yapıt içinde sadece 6 kadın düşünüre yer vermiştir. Bunlar : Hannah Arendt, Simone de Beauvoir, Hildegard von Bingen, Agnes, Heller, Rosa Luxemburg ve Margaret Mead’dir.

Kadın ve kadın düşüncesi Antik çağdan günümüze geldikçe daha az değerli görünüp kimse kadın filozoflardan alıntılamıyor, hiç bir felsefe ya da bilim tarihi bu düşüncelerden ve yazarlarından artık söz etmiyordu (Tielsh, 1984)

Felsefe tarihinde kadınların gözardı edilen çıkışlarına, yapıtlarına bir göz atarsak, Karl Marx, Hegel, Kant gibi felsefe sistemleri kurmuş kişilerden hiç de geri kalmadıklarını görürüz.Mesela, Sosyalıs Programı (Arbeiterunium, 1843) ilk olarak ortaya Flora Triston tarafından atılmış olmasına rağmen dikkate alınmamıştır. Onun bildirisi Karl Marx’ın Komünist Manifesto’sundan 5 sene önce yayınlanmış ve Marx’tan 10 kez daha fazla baskıya ulaşmıştı.

Almanya’da felsefe tarihinin mistik kadın Hildegard von Singen ile başladığını hiç bir ansiklopedi yazmaz. Felsefe tarihinde “unutulmuş” başarıların ve yanlış yükselmelerin listesi oldukça fazladır.Mesela, Sokratik diyalogların aslında Aspasia tarafından kurulduğu, Anne Conway’in Leibniz’i etkileyen Monadlar öğretisinin mimarı olduğu, Montaigne’den çok önce
Teresa von Avıla’nın ilk felsefi-yazınsal denemeleri yazdığı hep “unutulur”.

Felsefe tarihi boyunca çoğu erkek düşünürler kadınları hep sınırlayıcı, hatta – asalayıcı sözcüklerle alan dışı bırakmaya çalışmışlardır.

Aristotales’e göre “kadınlarda ruh bulunmadığı”, Kant’a göre “kadınlarda akıl yeteneğinin eksikliği”, hatta Fichte’e göre “kadınların duygularının sınırlarını saptamak” gibi yaklaşımları hep görürüz.

Socrates, Leibniz, Erasmuş von Roterdan, John Stuart Mıll dışında, kadınlarda özgün bir düşünce görebilmek diğer düşünürlere göre düşünülebilir bir şey değildi. Erkek filozoflara göre düşünce erkeklerle, duygu ise kadınlarla özdeşleşmişti.

Filozof kadınların hayatları ve yapıtları üzerindeki tartışmalar, onların çok kez cinsellikle ilgili dedikodulara karşı korunmasız olmaları yüzünden daha çok güçleşmiştir.Aspasia’ya karşı Antik yazarların iftiraları ile (tanrıtanımaz, aracılık, çok eşlilik gibi) başlayarak Isolta Nogarola’ya yapılan ensest karalamasından, “bilimsel leydiler”, “mavi çoraplılar”, “erkek kadınlar” olarak adlandırmalar hep filozof kadınlara, düşünen ve düşündüğünü belli eden kadınlara gelmiştir.

“Acayip” olarak görülen, “zeki fakat kısır”, “soğuk”, “hetare (fahişe)”, “femmes fatale (felaket kadınları)” yakıştırmalarına maruz kalan filozof kadınların çoğu tam aksine çok kez bilinçli bir namus düşkünlüğüne ve geniş ölçüde “erkeksiz” hayatı seçip yalnız yaşadılar. Bunda bir başka etken de, ” kadınların eğitim görmesine ancak evlenmeden önce izin veren toplum görüşüne” uydular.

Yeni çağ’ın başlangıcına kadar evli ve çocuklu, yani anne olan bir kadının bilimsel çalışma yapması hemen hemen düşünülemez bir şeydi.

MİLETLİ ASPASYA
(İ.O. 460-401)

Socrates Diotima gibi kendisinin bir başka hocasının daha kadın olduğunu söyler. Bu hoca Miletli Aspasia’dır.Aspasia çok iyi eğitim görmüş, Axıochus’un kızıydı. Yirmi yaşlarında nedeni bilinmemekle birlikte, Atinaya gelmiş ve kendinden 30 yaş büyük olan Perikles’i tanıyıp bir müddet sonra da onun yasal olmayan eşi ölmüştür. Bu yasal olmama durumu kanunlardan dolayı görünümde olmuştur.

O dönemin en büyük kanun yapıcısı olan Perikles kısa bir süre önce “yabancılarla evlenme yasağı” getirmiş ve bir müddet sonra Miletli Aspasia ile karşılaşmıştır. Bu yabancı kadının akılcı ve tutarlı davranışlarından, zekasından etkilenerek eşinden ayrılır ve Aspasia ile evlenir. Bu evlilik kanunlar karşısında yasal olmamasına rağmen evlilikleri hep devam eder.

Aspasia’nın hayatı belli başlı 2 kaynakta ele alınmıştır. Bunlardan bir tanesi, Antik çağ’ın komedi yazarlarının anlatısıdır. Komedi yazarları devirlerinde sarkastık ve yıkıcı eleştirileri ile dikkat çeken bir üsluba sahiptiler ve Aspası’yı acımasızca eleştirmişlerdir. hatta bu “fahişe” olarak yorumlamaya kadar gitmiştir.Öte yandan, diğer bir anlatı kaynağı olan Sokratikler Aspasia’yı bambaşka bir şekilde betimler. Onun çok iyi bir felsefe hocası olduğu yazılıdır. Xenephon, “Socrates’den Anılar” adli yapıtında ondan saygı ile söz eder.

Aspasia böylesine karşıt uçlar arasında, hem konuşma sanatı hem de çok iyi derecede felsefe bilgisi olan, özgür ruhlu bir kadın olarak her zaman tutarlı davranışlarına devam etmiştir. Perikles’in politikası üzerinde büyük etkisi olduğu ve onun bazı konuşmalarını yazdığı yazılıdır. Bunlardan en ünlüsü, “Peloponez Savaşları’nda” ölenler için yapılan törendeki konuşmadır.

Aspasia, o dönemde Atina’da zamanın etkili erkekleri ve eşlerinin devam ettiği bir salon açmıştır. sanatçılar, devlet adamları, Anaxagoraş,Archimed, Sophokles, Socrates gibi bir çok filozof bu yerin devamlı konuklary olmuşlardır. Atinada ilk kez bir kadının başlattığı böyle bir oluşum komedi yazarlarının Aspasia’ya saldırmalarında büyük bir etken olmuştur.Komedi yazarları Aspasia ile ilgili pek çok şey söylemişlerdir ama onunla ilgili cinsel kimliğine dil uzatmamışlardır çünkü böyle bir söyleme halkın kesinlikle inanmayıp kendileriyle alay edeceklerini bilmekteydiler. Aspasia kocasına , Perikles’e sadık ve iyi bir eş, yardımcıydı bu yüzden Aspasia’yı tanrı tanımaz olarak lanse edip hakkında dava açacak kadar ileri gitmişler ve Perikles’in bir eş olarak yetersizliği ile bu aileyi yıkmaya kadar çaba sarfetmişlerdir. Perikles karısını mahkemede savundu ve Aspasia mahkemece suçsuz bulundu.

Perikles’in ölümünden sonra, Aspasia eski bir dostları olan Lysikles ile evlenir ama eşi 1 yıl sonra savaşta olur. Bu sırada Aspasia’nın açtığı yer hala açıktı ve çok ilgi gören bir yerdi. Socrates öğrencilerine bu yeri önerir ve bu öğreti merkezinde saygınlık hep devam etti.

Socrates Aspasia’yı şöyle anlatmıştır..

“Eğer 2. kocasının ölümünden sonra tamamen yalnız kalan bu kadının, kendisine , zamanın dar görüşlü Atina’sında, o zamana kadar duyulmamış bir mevki sağlamış olduğu düşünülürse, bu başarı, hatta bizim zamanımızda bile, ona saygı duyulmaya hakkazandırır.”
(Schachermeyr, 1969, s.96)

DİOTİMA

Diotima insanlara bilginin pek çok yerde ve biçimde bulunabileceğini öğretmiştir. Bazı bilgilere insanlar algılamaları ve duygularıyla ulaşabilirler. Bazı bilgiler ise içgüdüler ve sezilerle edinilir. Diotima’ya göre, bazıları ise insanların arasında vardır—sevgi gibi!

Diotimayı tarih Socrates’in hocası bir rahibe olarak yazar. Socrates ile tanışması, Socrates’in Diotima’nın bilgeliğinden haberdar olup, çağrısına kapılmasıyla olmuştur. Onu arayıp bulmuş ve Diotima’nın öğretisi ile, aşkın, Eros’un düşünsel boyuttaki gizemine girmiştir.Diotima’nın gerçekliği uzun yıllar tartııılsa bile, Antik yazarların onun varlığından hiç bir kuşkusu olmaması ve yazdıklarıyla bunu günümüze aktarmaları bu kuşkuyu yok etmektedir.Diotima, Platonun Symposion isimli diyalognda yine bu semposiondaki konu olan Eros’u anlatarak Diotima’yı anıtlaştırmıştır. Symposion (şölen) sadece erkeklerin olduğu, yenen yemekten sonra yapılan bir içki alemiydi. Bu şölene iyi kadınlar katılmazdı. Diotima da bu şölende yoktu ama onun söyletisini Socrates anlatmıştır.

Socrates şöyle anlatır:”Şimdi ben seni bırakıyorum ve Eros hakkında, bir keresinde Diotima adında Mantıneali bir kadından duyduğum bir konuşmayı aktarmak istiyorum. O, çok bilge bir kadındı. Bir kez vebaya karşı yapılan bir kurban töreni ile onu 10 yıl geriye itmişti; ve bana aşk konusunda ders vermişti; işte size onun Eros hakkında yaptığı konuşmayı yineleyerek anlatmayı denemek istiyorum” (Platon, Symposion, 201)

Diotima Socrates’e aşkı öğretmiştir. Bu öğretide aşk Poros ve Penia’nın çocuğu, onların arasındaki ruhtur. Aşk dünyayı bir bütün olarak tutan ruh, Tanrılarla insanlar arasındaki mesajları ve duaları birleştiren güçtür. Aklın sevgisi Eros’un sevgisidir.

Diotima aşk öğretisine şöyle devam eder; “bizler hayatta ilerledikçe, büyüdükçe aşkın algısı ve içeriğinde buyuruz—yaşlanırız. İlk önce genç vücutların güzelliği ile etkileniriz. daha sonra güzelliği bütün vücutlarda görürüz. İşte bu noktada ve sonrası, ilk kez ruhun güzelliğini de görmeye başlarız. Eğer bir insan bütün ruhlardaki güzelliği görmeye başladı mı, yaratılan herşeyin yapısındaki ve kurallarındaki güzelliklerin de farkına varacak ve takdir edecektir. En son, bizler düşüncelerdeki güzelliğe ulaşıp farkederiz.

Aşk bizleri yaşadığımız sürece ilerlediğimiz yolda (hayat) devam ettiren güçtür ve bu yüzden başlangıcından itibaren çok önemlidir”.”Eğer zamanla bizlerdeki güzellik anlayışı değişse bile, değişen sadece bizim algılamamızdır, yoksa onda var olan güzellik değişmez”.

Diotima’nın Eros kavramının formlara göre oluşması üzerinde durmasında ve bunu erkeklere aktarmasında çok önemli bir de neden vardır.Antik Yunanistan’da çok yaygın olan “oğlancılık”, Aristophanes tarafından, insanların çoğalmasını sağlayan karşıt cinsler arasındaki aşkın küçük düşürülmesiyle daha da önem kazanmıştı. Aslında, oğlancılığın o devir Atinasında “utanmazlık” ile bir ilgisi yoktu. Atinalı erkekler, “cesaret, yüreklilik ve erkekçe kendi benzerlerini severler” der tarih kitapları. Bunun üzerine Diotima hangi Eros kavramının geliştirilmesi gerektiğini açıklamıştır. Gerçi kadın ve erkekgin çoğalması için çiftleşmesi gereklidir ama bu süreç “aşkın dünyevi bir biçimidir”.; bilgeliği seven erkeklerin kendisine ulaşmaya çabaladıkları “göksel aşk” değidir.

Diotima konuşmasına Eros’u olumlüler (insanlar) ve ölümsüzler (tanrılar) arasındaki bir elçi, aracı olarak tanımlar. Eros, tanrıların insanları güzele, iyiye, hakikate ulaştırmada kullandığı bir güçtür. Eros ile burada kastedilen “güzellik sevgisidir”. Hakikat ” en güzel” öldüğündan, bu ifade Eros’un felsefi özünü en iyi şekilde açıklamaktadır. Diotima çağının çok önemli bir hocası ve sadece erkeklere mahsus konularda yeni söylemlerle çığırlar açmış bir kadın filozof olarak tarihte yerini almıştır…

“Diotima sadece Socrates’in onda övdüğü şeylerle değil, bunlardan başka anlayış ve akıllılıkta da ona benziyordu” (Poestion 1885)…..

HİPPARCHİA
(İ.O.360-280)

Hipparchia, kurucusu Antisthenes olan Kynik okulundan sayılıyordu. Kynizm, gereksinimsizlik öğretisini temsil eder. Kynikler içinde en ünlü olanı, isteyerek dilenci hayatını seçen, fıçıda yaşayan Diogenes’tır.Hipparchia, Trakya’da Maröneialı soylu ve zengin bir aileden geliyordu. Erkek kardeşi Metrokles aracılığı ile Kynik filozof Krates’i tanıdı. O, öğretisi ile onu öyle etkiledi ki, Hipparchia,bedeni ve ruhu ile ona ait olmak istedi. Ailesini, eğer Krates ile evlenmesine izin vermezlerse, kendisini öldürmekle tehdit etti. Ailesi Krates’e Hipparchia’yı bu niyetinden vazgeçirmesi için rica etti. Kendisinin güzel bir erkek olmadığını bilen ve gereksinimsiz hayatını hiçbir şekilde değiştirmek istemeyen Krates bunu denedi ama boşuna. Bunun üzerine çırılçıplak soyundu, kendisinin olan herşeyi Hipparchia’nın ayakları dibine koydu ve şöyle dedi: ” senin nişanlın işte bu, varlığı da şu. Kararını buna göre ver.”

Hipparchia duraksamadan onun fakir, gezgin hayatına katıldı: Krates gibi sadece bir giysi ile onun gibi açıkta yaşamaya başladı. Anlatıldığına göre, hatta herkesin önünde, açıkta sevişiyorlardı. Çok mutlu bir evlilikleri vardı. Geleneklerin bu derece hiçe sayılmasından, birçok kimse, kendisini hakarete uğramış gibi hissediyordu. Bu yüzden yapılan eleştirileri ve düşmanlıkları Hipparchia, çok keskin Kynik anlamlı sözlerle (Apophteğmen) yanıtlıyordu. Bunların pek çoğu o zaman, ağızdan ağıza dolaşmış olmalı. O , özellikle, kendisini, kadınların geleneksel kadın rollerinden kurtulmaları için de ortaya attı.

Anlatıldığına göre, bir şölende, bir keresinde, Theodorus ona sitem etmiş ve şöyle demişti:
-“Kim bu dokuma tezgahından kaçan?” O buna şu yanıtı vermişti: “O benim Theodorus; ama herhalde benim dokuma tezgahı başında geçireceğim zamanı, daha yararlı bir tinsel eğitim çalışmasına harcadığım için, kötülük görmeyi hakettiğimi sanmıyorsundur”

HİPPARCHİA Dünyanın ilk “özgürlüğü savunan ve özgür yaşayan” kadını.

Hipparchia 346 BC de, Yunanistan’ın sakin bir sahil bölgesi olan Maröneia’da doğdu.. Maröneiada şarapçılık yapan aristokrat bir ailenin kızıydı.

Hipparchia’nın erkek kardeşi, Metrocles de ondan bir sene sonra doğarak her ikisi de ikiz gibi, ayrılmaz bir parça gibi büyüdüler.Metrocles’in en büyük isteği felsefe çalışmaktı. Pek çok değişik felsefe okuluna devam etti fakat hiç birini sonlandıramadı. Yiyecek almak için çok az parası olduğundan dolayı sadece fasulye yiyebiliyordu ve çok sıkı bir diette gibi yaşıyordu. Metrocles, bir gün çok önemli bir grup dinleyicinin önünde konuşma yaparken kustu. Bundan dolayı çok utanan Metrocles kendini odasına kapattı ve ölüm orucuna başladı. Bir gün kapısı çaldı. Ziyaretçi kapı açılmadıktan sonra gitmeyeceğini söylüyordu. Gelen ziyaretçi Atina’nın Cynic filozofu Crates’ti. Crates Metrocles’u olanlardan dolayı üzülmemesi yönünde ikna etti ve herkesin bunu bir kaza olarak yorumladığına inandırdı. İşte o günden sonra Metrocles Crates’in öğrencisi ve takipçisi oldu.Metrocles’in ailesi oğullarının devamlı övgüyle bahsettiği bu filozofla tanışmak istediler.Crates Metrocles.ile birlikte onların evine gitti ve işte o an Hipperchia Crates’e delice aşık oldu. Artık onun için bu sevgiden vazgeçmenin hiç bir yolu yoktu. Hipperchia Crates ile elenmeyi kafasına koydu.

Hipparçia’nın biogrofisini yazan Diogenes Laertius, Hippercia’nın ailesi ile ilgili detaylardan fazla söz etmez. Hipperchia’nın çocukluğunun da nasıl geçtiği hakkında fazla bir bilgi yoktur ama o zamanın geleneksel aile yapısına uyan bir genç kız gibi düşünmediği ve dokuma tezgahlarının başına geçmeyi, yün iplik yapmayı reddettiği, ve aksine, felsefe çalışmalarına büyük ilgi duyduğu belirtilei. Hipperchia için kadınlara yasak olan konular hep çok ilgi çekmiştir. Her zaman erkeklerin sohbet konularına merak sarmış ve o konularda okumuş biridir. Onun bu yaklaşımları ve ilgisi gelenekçi bir yapıda olan ailesi tarafından şiddetle karşı konulmuştur.Hipperchia Crates’e olan sevgisini ona açtığında, çirkin bir erkek olan Crates bu evlilikte kendini Hippercia gibi güzel ve aynı zamanda iyi bir geçmişi, kültürü olan bir kadına yakıştıramamış ve kendini hep geri çekmiştir.

Hippercia’ya göre ise, kadınların da seçim hakkı vardır ve o da şüphe götürmez bir şekilde sevdiği Crates’i seçmiştir. Crates çok az bir parası olan ve yaşam biçimi ile geleneksel yapıdaki bir evlilik şartlarını yerine getiremiyecek biri olduğunu devamlı vurgulamıştır.
Crates’in şevkat dolu yaklaşımları, insan sevgisi, mizah gücü ve iyi niyetli yaklaşımları Hipperciayı ailesine karşı koymaya da sevketmiş ve eğer bu evliliğe izin vermezlerse kendini öldüreceğini söylemiştir.Hippercia ve Crates 326 BC’de evlendiler ve mükemmel bir beraberlik sürdürdüler. Hippercia eşiyle birlikte, çok popüler bir çift olarak her ziyafete davet edilmiş ve onlarda her yere birlikte giderek kadın-erkek eşitliğini her zaman sergilemişlerdir. Yaşadıkları dönemde, bir kadının bu tür yerlere gitmesi ve davranışlar sergilemesi imkansız gibi birşeydi.Hipparchia bir filozoftu. Onun esas üstünde durduğu konular ve uzmandanışmanlık yaptığı alanlar evlilik, hastalıklar ve üzüntüler ve ölen kişilerin ardında kalanların mahrumiyetleriydi. Bu alanlarda pek çok çalışmalar yapmış ve sorunları çözmüştür. Bunların yanı sıra pek çok tragedya ve felsefi kitaplar yazmıştır.

Bu çalışmaları yaparken aynı zamanda sağlıklı bir evlilik sürdürmekte ve kendi oğlunu ve kızını da büyütmekteydi.

Hipparçia eşiyle birlikte yıllarca sadakat içinde bir evlilik geçirmesine rağmen “sevme özgürlüğü” konularında propoganda yapmış ve karı koca bu düşünceyi hep desteklemişlerdir. Cinselliğin ayıp bir şey olmadığını ve sevginin gereği doğal bir şey olduğunu anlatmışlardır.

Hipparchia Yunanlı olan, olmayan bütün kadınlara haklarını savunmalarını, cesurca konuşmalarını ve düşüncelerini söylemelerini, kendi sevgililerini ve/veya eşlerini kendilerinin seçmelerini anlatmış ve yıllarca bunun için uğraşmıştır. Toplumdan gelecek bütün erkekşiddeti ve tacizi, adaletsizliği için karşı koymaya çağırmıştır kadınları.
Hipparchia yaşamı boyunca basit ve sade bir hayat yaşamış ve hiç bir zaman lükse özlem duymamıştır. O tutarlı ve dolu bir kadındı. Çok ilginç bir nokta ise, Hipparchia ve Crates’in kızları sevdiği erkekle evlenmek istediği vakit anne ve baba olarak Hipparchia and Crates kızlarından evlilik öncesi o erkekle bir aylık bir birliktelik yaşamalarını istemişlerdir. Bu, tarihte, evlenmeden önce, on evlilik yaparak bir erkekle birlikte yaşamaya ilk örnek olarak bilinmektedir.Crates and Hipparchia’nın oğulları, Pasıcles, de Cynic felsefede büyütülmüş, sosyal eşitlik, insan hakları, insan sevgisi ile toplumda yerini almıştır.Hem Hipparchia hem de kocası çok uzun ve dolu dolu yaşadılar. Ölümlerinden sonra yaşadıkları toplumda daha önceleri yaşam biçimlerinden dolayı öldükça eleştirilmelerine rağmen ölümlerinden sonra hep çok saygıyla anıldılar. Ancak yıllar geçtikten sonra onların verdikleri özgürlükçü mesajlar anlaşılabildi ve dünyaca kabul edildi.

Vicki Leon,”Hipparchia,” Uppity Women of Ancient Greece (California: Tabula Rasa Press, (1989),37.

ARETE

Arete, Arıştippos’ un bilgin kızıdır. Milattan önce İV. Yüzyılda yaşamıştır. Babası sayesinde felsefe, doğa öğretisi ve doğa tarihi de görmüştür. Bunun yanın da Arıştippos ona en iyi temel ilkeleri de öğretmiştir. Her şey den önce onu ölçüsüzlüğü aşağılamaya alıştırmıştır.

Arete , Grekçe erdem demektir. Arete, aldığı eğitimin ardından, uzun yıllar Atina’ da dersler vermiştir. Bir çok yazısı günümüze kadar gelmiştir. Sanıldığına göre 77 yasında olmuştur. Unu çok uzaklara değin yayılan filozofun mezar taşında Hellas’ in ışığı yazısı kıymetli taşlarla işlenmiştir.Etkisi uzun yıllar silinmeyen Arete’nin, üzerinde düşündüğü ve derslerinde anlattığı önemli konular arasında şunları sayabiliriz.
– Sokratik Hayat
– Çocukların disiplin altına alınması üzerine
– Atinalıların savaşı üzerine
– Kadınların mutsuzluğu üzerine
– Olimpus Dağının Tanşıkları üzerine
– Arılar üzerine
– Gençliğin kendini beğenmişliği üzerine
– Yaşlılığın zorlukları üzerine

Kaynakça:
DİOGENES LAERTİKÜS , Leben und Meinüngen beruhmter Philosophen.3.Baskı.
Hamburg 1990. II Kitap.
POESTİON, Josef . Arete, Lais. İç. Ayy. Griechhische Philosopinnen.
Norden 1885. s.175-178 ve 160-175.
CEMİL SENA, Filozoflar Ansiklopedisi. İ. C

Themişta ve Leontion

( Epikürcü Kadınlar, İ.O. 342-271/ İ.O. 300 yılları)
Mutlu yaşamayı ulaşılacak en yüksek amaç olarak gören felsefe görüşünün (eudaimonizm), bugüne kadar tanınan en ünlü temsilcisi Epikürdür. Kyrenikler (Arete, Lais) gibi, amaç olarak zevk, onun felsefesinin de merkezi olduğu için, Epikürcülük Hedonizm ile karıştırılır ve bu yüzden kötülenir.

Epikürcular arasında yine birçok fahişe (Hatere) vardı; örneğin Boidion, Hedeia ve Nikidion gibi. Bazı yazarları, haksız ve aşağılayıcı bir şekilde, Epikür felsefesinin düşük ve hafif meşrep bir felsefe olduğu kanısına vardıran budur.Themişta , Lampsakoslu Leonteusun karısıydı. Epikür , dost olduğu bu evli çifti, kendi öğretisi için kazanabilmişti. Epikür, Lampsakostan ayrıldıktan sonra da, her ikisi ile olan ilişkisini, yazışma ile sürdürmüştü. Mektuplar çok kez Themistanın adresineydi. Elimize geçen aşağıdaki mektuptan da anlaşılacağı gibi, Epikür onlara karşı büyük saygı duyuyordu: “Eğer siz bana gelmezseniz, ben, üç katı daha büyük bir çabuklukla size koşarım, siz ve Themişta, beni nereye çağırırsanız çağırın.”Themistanın bilgeliğinin atasözlerine geçecek derecede olduğunu, Çiçero da karşılaştığımız şu ifade belgeliyor: Themiştadan daha bilge.Aynı Çiçero, o zamanlar Themişta hakkında yazılan çok geniş kitapları küçümsüyor; örneğin Solon ya da Themistokles gibi erkekler hakkında yazmanın, Themişta hakkında böyle çok kalın kitaplar yazmaktan çok daha iyi olduğunu söylüyordu.Yazık ki, ne onun yazdığı ne de hakkında yazılan yazılar bize kadar gelebildi. Onun hayatı hakkında da fazla bir şey bilmiyoruz.Epikürün öğrencileri arasındaki fahişelerin en ünlüsü, onun sevgilisi olan Leontiondur. Elimize geçen bir fragman ve ona yazılmış bir mektup, Epikürün ona karşı duyduğu duygusal ilginin ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Her iki yazıda da, kendisine yazdığı mektup için abartılı şekilde teşekkür ediyor: ” Kurtarıcım, Sultanım, sevgili varlığım Leontion, mektubunla nasıl bir sevinç fırtınası kopardin, onu okuyunca nasıl coştum.” İkisi arasındaki ilişki, tümden mutlu olmuş görünmüyor. Epikür o sırada yaşlı ve hasta bir adamdı. Çok genç olan Leontion, arkadaşı Lamaya yazdığı bir mektupta, onun genç sevgilisini kıskandığından yakınıyor. Epikürün ölümünden sonra, Leontion, onun öğrencisi olan Metrodorus ile birlikte yaşadı.Leontionun önemi, onun kişisel ilişkisinin sınırlarını aşar. Onun, bir filozoflar topluluğuna zaman zaman başkanlık ettiği konusunda hiçbir tartışma yoktur. Bundan başka o bir yazardı da; başka şeyler yanında aşk öyküleri de yazmış olmalı.Onun Antik dünyadaki asıl unu, ünlü filozof Theophrastla yaptığı yazılı çatışmaya dayanır. Theophrast, tanınmış bir bilgindi ve Aristotelesin arkasından onun felsefe okulu Peripatosun yöneticisi olmuştu.
Theophrast, aşırı kadın düşmanlığını sergileyen Evlilik Hakkında bir yazı yazmıştı. O, bu yazıda bütün erkekleri, özellikle de filozofları, evlenmenin tehlikeleri konusunda uyarıyordu. Leontion, buna yanıt olarak yazdığı yazıda, kadınları bu tür kötülemelere karşı çıkar. Bir fahişenin kendi cinsini korumak için böyle savunmaya geçmesi, o zamana kadar görülmemiş, heyecan uyandıran bir olay olmalı. Plinius bunu şöyle anlatıyor: Theophrasta karşı, konuşma sanatında o kadar büyük olan, hatta tanrısal adını kazanmış bir erkeğe karşı, hem de birkadın….Özellikle kadın haklarının eşitliği konusundaki, bu belki de en eski tartışma yazısı hakkında, başka bir belgenin kalmamış olması, gerçekten yazık.

Hannah Arendt

Yahudi bir ailenin kızı olan Hannah Arendt 1906 da Koningsburg da dünyaya geldi. Almanyada Heidegger, Husserl ve Jaspers da felsefe eğitimi gördü. 1933 te yükselen faşizmden dolayı Almanya’ dan kaçmak zorunda kalan Hannah Arend bir süre Fransada yaşadııktan sonra 1941 de Amerikaya göç etti. Ölümüne dek çeşitli üniversitelerde politik-felsefe alanında dersler verdi. Politika alanı Arendt ıcın özgürlük ve insan erdemliliğinin yaratıldığı yerdir. 1975 te hayata gözlerini yuman Arendtin tanınmış eserleri arasında The Origins of Totaliatarianışm (1951), The Human Condition (1958) ve Eichmann ın Jeruzalem (1963) yer alır.İnsan olmak ne demek, anlamlı bir hayat nasıl sürdürülebilir, kötülüğünyasamimizdaki yeri nedir, düşünce ile davranış arasındaki ilişki nedir türünden derin flosofik sorunlar o’ nu tüm hayatı boyunca meşgul etti. Hannah Arendt The Human condition (1951) adli kitabında iki tür yaşamı birbirinden ayırır:

Açtief yaşam (vita activa) ve tasarlanmış yaşam (vita contemplatıva). İnsan, bir yanıyla doğanın bir parçası ve onun kanunlarına boyun eğmek durumunda, diğer yandan ise özgür ve verimli bir biçimde eylem yapabilme özelliğine sahip. Davranışlarıyla insan gerçek kimliğini ifade eder. Konuşma, ikna etme, insiyatif alma, bir şeyin içinde yer alma ve kötülüğü protesto etme yeteneğiyle de insan insan olduğunu gösterir. İnsan eylemi her alanda sürebilir ama en yüksek ifadesini politik eylemlilikte bulur. Politika, toplum üyelerinin ortaklaşa ama özgürlük temelinde yaşamlarını belirledikleri ve toplumun temelini oluşturdukları alandır. Tasarı yaşam da (vita contemplatıva) hakim olan bilim ve felsefedir. Bilim bir şeyin ne olduğunu, felsefe ise onun ne anlama geldiğini araştırmaya yönelir. Bilim gerçeklere bağlı kalır, felsefe onun sınırlarını aşar.Bu bağlamda felsefe insan özgürlüğünün eşi bulunmaz bir ifadesidir.

Hannah Arendh The Life of the Mind (1978) adli çalışmasında, düşünmeyle eylem yapma, felsefe ile politika arasındaki ilişkileri ortaya koymaya çalışır. Filosofla politikacılığı birleştirmenin zor olduğunu söyler. Filosofun bir başınalığı ve dünyevi olmamama özelliği, politik yaşamın çok şekilliliğine ve tahmin edilemezliğine pek uymaz. Esasında politikacı filosof, Arendt’ın kendi politik yaşamına rağmen, canlı bir paradokstür. Sonuç olarak sanat, düşüncenin maddeye dönüştürülmesidir. Bundan dolayıdır ki sanat ürünü aynı zamanda hassas ve narindir: madde ile canlı ruhun çok hassas bir dengesidir (Prof.dr. M.A. Verkerk).

Hannah Arendt çocukluğundan beri gözlem ve deneyimlerini irdelemeye alışmıştı. Giderek kendini ve toplumsal deneyimlerini sürekli eleştiren bir kadın kişiliği geliştirdi. Bu kişiliği sayesinde bulunduğu toplumu sürekli tahlil edip yorumladı. Kendi deneyimlerinden yola çıkan Hannah Arendt eylem ve davranış üzerine bir felsefe geliştirdi. Hannah Arendt, dünyaya ve dünyayı biçimlendiren insanlara karşı olan aktif tutumu sayesinde politik-felsefe konusunda, okuyucuyu çağımızdaki toplumsal yaşamın ve politik davranışların temellerini yeniden irdelemeye davet eden zengin bir eser yaratmıştır.Hannah Arendt 20. yüzyılın en büyük eleştirici düşünürlerinden biridir. Toplumsal yaşama aktif olarak katkıda bulunmanın, vicdanlı ve dürüst davranmanın önemini kavramış, kendi yolunu kendi seçmiş bir kadın.

Eserleri son yıllarda Fransa, Almanya ve Amerika da yeniden keşfedilip okunmaya ve incelenmeye başlandı (Amsterdam Üniversitesi araştırmalarından).

2 Şubat 1905’te Rusya’da, St. Petersburg’da, doğdu. Altı yaşında kendi kendine okumayı öğrendi ve iki yıl sonra bir Fransız çocuk dergisinde ilk hayali kahramanını keşfetti. Bu ona hayatı boyunca örnek olacak başlıca kişiydi. Dokuz yaşında roman yazarı olmaya karar verdi.

Mistisizme ve kollektivist Rus kültürüne karşı çıktı ve Walter Scott ve özellikle beğendiği yazar olan Victor Hugo ile tanıştıktan sonra kendisini Avrupalı bir yazar olarak görmeye başladı.Yüksek öğrenim yıllarında desteklediği Kerensky’nin iktidara gelişine ve başından beri yanlış ve tehlikeli gördüğü Bolşevik Devrimi’ne tanık oldu.
Savaştan kaçarak ailesiyle birlikte Kırım’a yerleşti ve orada yüksek öğrenimini tamamladı. Son komünist zaferi babasının eczanesine haciz getirdi ve yoksulluk dönemi başladı.Ailesi Kırım’dan döndüğünde, o felsefe ve tarih üzerinde araştırma yapmak üzere Petrograd Üniversitesi’ne girdi. 1924’te mezun olurken, hakkında soruşturma başlatıldı, üniversite dağıldı ve komünistler üniversite yönetimini devraldı. Hayatının giderek kötüleşmesine rağmen onun en çok hoşlandığı şey Batı film ve oyunlarıydı. Filmlere olan hayranlığı sebebiyle, 1924’te oyun yazarı olarak Sinema Sanatları Enstitüsü’ne girdi.1925’lerin sonuna doğru Birleşik Devletleri ziyaret etmek için Sovyet Rusya’dan ayrılmaya karar verdi. Sovyet makamlarına ziyaretinin kısa olacağını söylemesine rağmen Rusya’ya bir daha asla dönmemeye kararlıydı. 1926’nin Şubat ayında New York’a vardı. Şikago’da altı hafta geçirdi, vizesini uzattırıp oyun yazarı olarak kariyerine devam etmek üzere Hollywood’a gitti. Hollywood’daki ikinci gününde DeMill onu stüdyosunun kapısında beklerken gördü ve Kralların Kralı film setindeki işleri yürütmeyi teklif ederek, iş ve avans verdi. Böylece Ayn Rand metin okuyucusu oldu. Bir sonraki hafta stüdyoda 1929 yılında evlendiği aktör Frank O’Connor’la tanıştı. Frank’in ölümü ile sona eren evlilikleri 50 yıl sürdü.

Oyun yazarlığı dışında çeşitli işlerde birkaç yıl çalıştıktan sonra bir film stüdyosunda vestiyer olarak çalıştı ve Kırmızı Piyon adlı oyun metnini 1932 yılında Üniversal Stüdyolarına sattı.

İlk romanı olan “We The Living” (Yaşamak İstiyorum) 1933’te tamamladı1. Roman, Sovyet Rusya’da komünist rejimin baskılarını ve insanların sıkıntılı yıllarını anlatmaktadır. Otobiyografik yönü ağır basan romanda baskıcı komünist rejimin bireylerin hak ve hürriyetlerine müdahalesi anlatılır. Romanda yoğun bir sosyal hayat görüntüsü altında bireyin özel hayatının yok oluşu göz önüne serilmektedir. Rand’ın bu romanı yayınevleri tarafından reddedildi. Yıllar sonra Amerika’da Macmillian ve İngiltere’de Cassell adlı yayımcılar tarafından (1936) yayınlandı.1935 yılında “The Fountainhead” (Pınar)2 adli romanını yazmaya başladı. Hikaye geleneksel standartlara karşı olan, savaşta doğruluktan taviz vermeyen ve aynı zamanda kendisini de hezimete uğratmaya çalışan güzel bir kadına aşık olan zeki, genç bir mimari anlatmaktadır. Şu ana kadar 6 milyondan fazla satılan bu roman her yıl 100 binden fazla genç okuyucuya ulaşıyor. Ayn Rand Pınar’ı şöyle tasvir ediyor: Sonu ne olursa olsun insanoğlu yaşamının şafağında doğası ve hayat potansiyeliyle ilgili mükemmel vizyonunun peşine düşer. Bu vizyonu bulmak için bir kaç ipucu vardır. Pınar bunlardan biridir. Pınar son kısmında gençlik ruhunun önemini vurgulamakta, insanın şerefinin önemine işaret etmekte ve bunların hangi ortamda yaşayacağını göstermektedir. Pınar da 12 yayıncı tarafından reddedildi fakat sonunda Bobbs-Merrill tarafından yayına kabul edildi. Roman 1943’te yayınlandı, hemen klasik haline geldi ve Ayn Rand da romanla birlikte bireyci felsefenin şampiyonu olarak tanındı. Ayn Rand 1943’un sonlarına doğru Pınar’ın senaryosunu yazmak üzere Hollywood’a geri döndü, ancak savaş zamanının kısıtlamaları bu projeyi 1948 yılına kadar erteledi. Bu arada “Anthem”3 (Ben) hikayesini yazdı. Ancak hikayedeki fikir ve olaylarda hiçbir değişiklik yapmadan, sadece içindeki birtakım aşırı kelimeleri çıkarttı. “Ben”; bir nükleer savaştan sonra ortaya çıkan totaliter sistemde yaşayan bir kimsenin, sözlüklerden ve toplumsal hayattan silinen, yeri “biz” kelimesi tarafından doldurulan “ben” kelimesini ve kendini keşfedisinin hikayesidir. Rand bu hikayede “gerçek özgürlük”ün ne olduğunu en kısa ve en veciz bir şekilde dile getirmiştir.Prodüktör Hal Wallis için oyun yazarı olarak çalışan Rand, 1943’te, en büyük romanı olan Atlas Shrugged’i yazmaya başladı. New york’a geri döndü ve zamanının tamamını Atlas Shruged’i tamamlamaya adadı.1957 yılında yayımlanan Atlas Shrugged onun en büyük başarısıydı ve son roman çalışması oldu. Bu roman ABD’de entellektüel açıdan bir dönüm noktası olmuştur ve 40 yılı aşkın bir süredir best-sellerdir. Dünyanın motorunu durduracağını söyleyen ve gerçekten durduran bir adamın hikayesidir. Dünyanın motoru nedir? Her insanın motive edici gücü nedir?

Günümüzün uzmanları bu kitabın bir felsefi devrim olduğunu söylemektedir.

Rand kendisini aslında roman yazarı olarak görmesine rağmen, hayali roman kahramanları yaratarak, bireyci felsefesinin ilkelerini tanıtırken insanlara veya en azından düşünme zahmetine katlananlara kendi içinde tutarlı, dürüst ve rasyonel bir yaşama tarzı sunmayı amaçlıyordu. Bundan dolayı Rand, Objektivizm felsefesi hakkında yazmaya ve dersvermeye başladı. Bir röportajda Ayn Rand’a objektivizmin önkabulleri nelerdir ve nereden başlar diye sorulduğunda şöyle demiştir: Objektivizm mevcudiyetin varolduğu aksiyomuyla başlar. Bu aksiyom objektif bir gerçekliğin duygularımızdan, hislerimizden, dileklerimizden, umutlarımızdan veya korkularımızdan bağımsız olarak varolduğunu belirtir. Objektivizm insanın gerçekliği algılamak ve eylemlerine yol göstermek için tek aracının mantık olduğunu savunur. Mantık derken insanın duyularıyla elde ettiği bilgileri tanımlayan ve düzene sokan işlem kastediliyor. Objektivist etiğin değer standardı, insanın insanca vasıflarını muhafaza ederek yaşaması, yani insan hayatı için, ya da diğer bir deyişle rasyonel bir varlığın kendine yakışır şekilde hayatta kalması için gerekli olan neyse odur. Objektivist etik özünde insanın kendi iyiliği için yaşadığını, kişisel mutluluğunun en yüksek ahlaki amacı olduğunu ve ne kendini başkaları için ne de başkalarını kendisi için feda etmesi gerektiğini savunur.
Ayn Rand 1962’den 1976’ya kadar felsefi denemeler yazmaya devam etti.

Makaleleri 9 kitapta toplandı ve objektivizme ilgi duyanların felsefi çalışmalarda ilk başvuru kaynağı oldu. Ayn Rand 6 Mart 1982’de New York’daki apartman dairesinde oldu.

Ayn Rand’ın hayattayken yayımlanan her kitabı hala basılmaktadır. Kitapları her yıl 500.000 adet satılmaktadır. Şimdiye kadar satılan Rand kitaplarının sayısı toplam 20 milyondan fazladır. Ölümünden sonra da bazı çalışmaları izleyicileri-hayranları tarafından yayınlandı. Onun insana bakış açısı ve felsefesi binlerce okuyucunun yaşamını değiştirdi Rand’ın Amerikan kültürüne olan etkisinin büyümesiyle birlikte ülkedeki felsefi hareketlilik arttı.
Filozofun diğer eserleri objektivizmi anlatan makalelerinden oluşturulan kitaplardır: For The New Intellectual, Capitalism:The Unknown Ideal, The Romantic Manifesto, The New Left, Objectivist Epistemology, Basic Principles of the Objectivism, Objectivist Newsletters, The Virtue of Selfish Philosophy: Who Needs İt?

Tüllia d’Aragona (1508/10-1556)
Teresa von Avıla(de Jesus) (1515-1582)
Olympia Fulvia Morata (15526-1555)
Moderata Fonte (1555-1592)
Lucretia Marinella (1571-1653)
Marie Le Jars de Gournay (1565-1645)
Anna Mania von Schumann (1607-1678)
Mania Gaitana Aknesi (1718-1799)
La ura Mania Catharına Bassi (1711-1778)
Dorothea Cristiane Erwleben
Yeporin (1715-1762)
Olympe de Gouges (1748-1793)
Mary Wollsttönecraft (1759-1797)
Dorothea Schlozer (1770-1825)
Sophie Germain (1776-1831)
Claire Demar (1800-1833)
Flora Tristan (1803-1844)
Harriet Hardy Taylor-Mill (1807-1858)

Kadın Filozoflar
Marit Rullmann vd.
Çeviri: Tomris Mengüsoğlu
Kabalcı Yayınevi

Bir yanıt yazın