Analitik Psikoloji – Jung -Adler

Jung’un Sistemi: Analitik Psikoloji

Carl Gustav Jung
Carl Gustav Jung

Analitik psikoloji ile Freud’un psikanalizi arasındaki temel görüş ayrılığı libidonun niteliği ile ilgilidir. Freud’a göre libido cinsel ağırlıklı bir kavram, Jung’a göre ise; libido genelleştirilmiş bir hayat enerjisidir. Jung’a göre libidinal hayat enerjisi, kendini, gelişme, üreme ve birey için neyin önemli olduğuna bağlı olan başka faaliyetlerde de gösterir. Jung hayat enerjisini sadece cinsellikte ele almaz. Örneğin, 3-5 yaş arasını Freud, ilk cinsel belirtiler dönemi olarak algılarken, Jung’a göre cinsellik öncesi dönemdir. O’na göre libidinal enerji, gelişme ve beslenme işlevlerine hizmet eder. Jung ödipal süreci reddeder. Jung’a göre bu dönemde çocuk annesine olan düşkünlüğünü annenin yiyecek sağlayıcı işlevine bağlı bir doyum, ihtiyaç bağlılığı ve rekabet açısından ele almıştır. Jung’a göre libidinal enerji sadece ergenlikten sonra karşı cinse ilgi duyan bir şekle bürünür. O’na göre cinsellik libidoyu oluşturan birkaç dürtüden biridir. Freud’a göre her küçük çocuk annesine karşı cinsel ilgi duyar. Jung bunu çocukluğunda annesini algılama tarifine bağdaştıramamıştır. Annesini, çekici olmayan, şişman bir kadın olarak tarif etmiştir. Jung’a göre cinsellik, insan motivasyonunda küçük bir role sahiptir. Jung ve Freud arasındaki bir diğer farklılık, insanın kişiliğini etkileyen güçlerin yönüyle ilgilidir. Freud insanları çocukluk yaşantılarının, kurbanı olarak görürken, Jung, insanların şekillenmelerinin sağlayıcısının geçmişleri, geleceğe yönelik hedef ve ümitlerinin olduğunu söylemiştir. Davranışlar çocukluktan itibaren, tüm yaşam süresi boyunca değişime uğrar. Bir diğer fark ise; Jung, bilinçaltına fazla vurgu yapmamıştır. Bilinçaltına yeni bir boyut eklemiştir. Bu da bir tür olarak insanların hayvan atalarının kalıtsal deneyimleri (kollektif bilinçaltı) olmuştur. Jung, psike terimini üç seviyede oluştuğu söylenen zihinle ilgili kullanmıştır. Bunlar, bilinç, kişisel bilinçaltı ve kollektif bilinçaltıdır. Bilinç, algıları ve anıları kapsar. Çevremize adapte olabilmemizi mümkün kılan gerçeklikle bağlantı kurmanın bir yoludur. Bilincin merkezinde ego vardır. Bilinci, bilinçaltının yanında ikincil öneme sahip bir unsur olarak görmektedir. Bilincin görünen yanından çok, gizli kalmış görünmeyen yanlarına dikkat çeker. Jung’a göre iki bilinçaltı seviyesi bulunmaktadır. Bunlar, kişisel bilinçaltı ve kollektif bilinçaltıdır. Kişisel bilinçaltı, bilincin hemen altındadır ve bireye aittir. Kişisel bilinçaltı, anılardan, arzulardan, dürtülerden, silik algılardan ve unutulmuş deneyimlerden oluşur. Bu bilinçaltı seviyesi çok derin değildir. Çünkü bilinçaltındaki olaylar kolaylıkla bilinç seviyesine getirilir. Kişisel bilinçaltındaki deneyimler, gruplaşarak, kompleksleri oluştururlar. Kompleksler, zihin, güç ve aşağılık hissi gibi düşüncelerle meşgul olmasıyla tanımlanan ortak ana konularla, duygu, anı ve isteklerin kalıplarıdır. Kişisel bilinçaltının altında kollektif bilinçaltı vardır. Kollektif bilinçaltı, birey tarafından bilinmeyen geçmişteki hayvan atalarının da dahil olduğu tüm nesillerin deneyimlerini kapsar. Kişiliğin temelini şekillendirir ve genel evrimsel deneyimlerden oluşur. Kişilikteki en etkili güçtür. Çünkü şimdiki davranışlarımızın hepsini yönlendirir. Jung’a göre tüm insanlar da kollektif bilinç ortaktır.

Arketipler

Kollektif bilinçteki kalıtsal eğilimleri arketipler olarak adlandırmıştır. Arketipler bir kişinin benzer bir durumla karşılaşan atalarıyla benzer şekilde davranmasına hazırlayan zihinsel deneyimlerin daha önceden varolan belirleyicileridir. Arketipler, duygular ve zihinsel olaylar gibi yaşanır. Doğum, ölüm, hayatın belirli evreleri ve çok büyük tehlikelere verilen tepkiyle birleşir. Jung, ayrı bir kişilik sistemi olarak gördüğü dört arketip sistemi tanımlamıştır. Bunlar, persona, anima, animus, gölge ve bendir. Persona, kişiliğin en dıştaki tarafıdır. Gerçek kişiliği saklar. Persona başkalarıyla ilişkiye geçtiğimizde takındığımız maskedir. Bizi topluma görünmek istediğimiz biçimde sunar. Bu nedenle persona gerçek kişiliğimize karşılık gelmeyebilir. Anima ve animus, her bir cinsin, hem erkeksi hem de kadınsı eğilimler gösterdiği görüşünü yansıtır. Anima erkeklerdeki dişilik özelliğini, animus; kadınlardaki erkeksilik özelliğini gösterir. Gölge; hayatın daha alt şekillerinde yer alan mirastır. Kişiliğimizin hayvana benzeyen yanıdır. Gölge tüm ahlaksızlıkları, tüm hoş olmayan arzuları ve eylemleri ifade eder. Gölge çoğunlukla yapmamamız gereken şeylere bizi sevk eden olarak tanımlanır. Bu tür davranışlarda bulunurken birşeylerin üstümüze geldiğini söyleriz. İşte bu Jung’a göre, yaratılışımızın ilkel tarafıdır. Gölgenin olumlu yanı, insani gelişim için gerekli olan yaratıcılığın, spontanlığın ve yoğun coşkuların kaynağıdır. Ben, en önemli arketiptir. Ben, bilinçaltının tüm yönlerini dengeler. Kişiliğin tüm yapısına birlik ve istikrara kazandırır. Jung, ben’i, kendini gerçekleştirmeye benzetir. Kendini gerçekleştirme ile kişiliğin tüm yönlerinin bir ahenk ve olgunluk, uyum içerisinde olmasını kastetmiştir. Bu durum 35-40 yaş arasında ortaya çıkmaya başlar.

İçedönüklük ve Dışadönüklük

Jung, içedönüklüğü ve dışadönüklüğü bilincin bir parçası olarak görmüş ve belirli durumlara bu iki şekilde tepki verildiğini söylemiştir. Dışadönük kişi libidosunu kendisi dışındaki olaylara, insanlara ve durumlara yöneltir. Bu tür bir insan çevresinden çok etkilenir, sokulgandır ve kendine güvenir.

İçedönük insanın libidosu, kendi içine doğru yönelmiştir. Bu tür bir kişi dalgın, kendi düşüncelerini gözden geçiren, dışsal etkilere dayanıklı, kendine az güvenen, çekingen ve utangaçtır. Kişiler, tamamen içedönük ve dışadönük olamazlar.

Psikolojik Tipler

Jung’a göre kişilik farklılıkları işlevler yoluyla da ortaya konabilir. İnsanlar işlevleri kendilerini hem nesnel dış dünyaya hem de öznel iç dünyaya yönelmek için kullanır. İşlevler, duyu, seziler, düşünme ve hissetme vb’dir. Düşünme, anlama ve kavramayı sağlayan kavramsal bir süreçtir. Hissetme öznel bir değerlendirme süreci iken, duyu; fiziksel nesnelerin bilinçli algısıdır. Sezinleme ise; bilinçsiz bir şekilde algılamadır. Düşünme ve hissetme, mantık ve muhakemeyi gerektiren tepki vermenin rasyonel biçimleri iken, duyu ve sezinleme rasyonel değildir.

Kelime Çağrışım Testi

Kelime çağrışım testinin amacı, hastalardaki kişilik komplekslerini açığa çıkarmaktadır. Öncelikle hastaya bir kelime listesi okunur. Hasta her bir kelimeye, aklına ilk gelen kelimeyle karşılık verir. Jung, hastalarına bu testi uygularken her bir kelimeye karşılık verme zamanını, nefes alma ve derinin elektrik iletkenliğindeki değişiklikleri de ölçmüştür. Bu fiziksel ölçümle veri elde etmeye çalışmıştır. Eğer belirli bir kelimeye verilen tepki süresi uzunsa, nefes almada düzensizlik ve deri iletkenliğinde bir değişiklik varsa, bilinçaltında uyarıcı kelimeyle, birleşen duygusal bir problem olduğu sonucuna varır.

Yorum

Jung’un çalışmaları, din, sanat, psikoloji, psikiyatri, tarih ve edebiyat gibi alanları etkilemiştir. Jung, klinik gözlemlere ve yorumlamalara kontrollü laboratuar incelemelerinden daha çok güvenmiştir. Analitik psikoloji, Freud’cu psikolojiden daha az eleştiri almıştır. Jung’un psikolojik tipler hakkındaki görüşleri sayesinde Myers-Briggs göstergesi geliştirilmiştir. Bu gösterge bir kişilik testidir ve çalışan seçiminde ve danışmalık alanlarında kullanılmıştır. Jung’un içedönüklük ve dışadönüklük tutumlarını ölçen bir başka kişilik testine ilham vermiştir. Bu da Maudsley kişilik envanteridir. Bu sayede Jung’un görüşlerinin bir kısmının deneysel testlere uygun olduğu saptanmıştır. Jung’un kelime çağrışım testi, Rorshach mürekkep lekesi testinin gelişimini sağlamıştır. Maslow ve E. Ericson, Jung’un orta yaşın kişilik değişimi için çok önemli olduğu yaklaşımını benimsemişlerdir.

ALFRED ADLER

Adler’in Sistemi: Bireysel Psikoloji

adler
Alfred Adler

Adler’in ve Freud’un teorik görüşleri, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılır. Freud’a göre davranışları geçmiş etkilerken, Adler’e göre davranışları gelecek etkilemektedir. Freud’un teorisinin temel özelliği kişiliğin ayrı parçalara bölünmesi iken, Adler, kişiliğin birliği üzerinde durur. Adler, bireysel psikoloji sistemini sosyal bir çizgi üzerinde geliştirmiştir. Yani insan davranışı biyolojik güçler tarafından değil de, sosyal güçler tarafından belirlenir. Adler’e göre kişilik sadece kişinin sosyal ilişkileri ve başkalarına karşı tutumları incelenerek anlaşılabilir. Adler’e göre sosyal ilgi, çocuklukta gelişen, doğuştan gelen bir potansiyeldir. Kişisel ve sosyal amaçları gerçekleştirmek, başkalarıyla işbirliği yapmayı, bebeklikten itibaren öğrenme yoluyla gelişmeye yönelik bir potansiyeldir. Sosyal tutum ve ilgi, öğrenme yaşantıları sayesinde gelişir. Adler’e göre çocukluğun ilk yılları kişiliğin şekillendiği yıllardır. Biyolojik etkilerden çok, sosyal etkilerin üstünde durur. Davranışın bilinçaltı belirleyicilerinden çok, bilinçli belirleyicileri üstünde durmuştur. İnsan kişiliğinin şekillenmesinde cinselliği önemli bir unsur olarak görmemiştir. Adler, Freud’dan bilincin önemi konusunda farklılaşır. Freud, davranışın bilinçdışı belirleyicileri üzerinde dururken; Adler, bilinç üzerinde durmuştur. O’na göre insanlar kendi motivasyonlarının farkında olan bilinçli varlıklardır. Adler’e göre, gelecekteki amaçları için çabalama, davranışları etkileyebilir. Freud kişiliği, id, ego, süperego olarak parçalara ayırırken, Adler kişiliğin birliğini ve tutarlılığını savunmuştur. Cinsellik egemen dürtü değildir. İnsanı üstünlüğe götüren yollardan biridir. O’na göre üstünlük, doğuştan gelen bir özelliktir. Sadece bireyin ortaya koyduğu değil, uygarlığın ortaya koyduğu tüm ilerlemelerden sorumludur. Üstünlük, insanı ve toplumu bir başarı düzeyinden, bir başka başarı düzeyine doğru taşır.

Aşağılık Duyguları

Adler’e göre motivasyonun asıl sebebi cinsellik değildir. O’na göre davranışın belirleyici gücü, genel bir aşağılık hissidir. İlk önce bu aşağılık hissiyle, kendinin kusurlu yönlerini ilişkilendirir. Örneğin kalıtsal bir organik zayıflığı olan çocuk, yetersiz işlevi üzerinde gereğinden fazla durarak bu kusurunu ödünlemeye çalışır. Yani zayıf bedenli bir çocuk yoğun egzersizler sonrası bir dansçı olabilmektedir. Adler daha sonra bu düşüncesini fiziksel, zihinsel ve sosyal engeli de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Çocuğun çevresine bağımlı kalmasından kaynaklı, herkes tarafından yaşanana bir aşağılık hissi oluşur. Çocuk bunun farkındadır ve içten gelen bir dürtüyle üstünlük için çabalamaktadır. Bu, çocuğun aşağılık hissinden ve güvensizliğin üstesinden gelebilmesini sağlayacak olan durumdur. Bu itme ve çekme süreci, hayat boyu devam eder ve bireyin daha büyük başarılara ulaşmasını sağlar. Aşağılık duyguları hem toplumu hem de bireyi sürekli gelişmeye ittiği için, olumlu etkiler. Aşağılık kompleksi ise; ailede şımartılan veya reddedilen çocukta görülen aşağılık duyguları, gelecekte anormal davranışlara dönüşebilir. Tüm bunların sonucunda kişi, problemlerinin üstesinden gelemeyebilir ve başarısız olur.

Yaşam Stili

Adler’e göre üstünlük duygusu evrenseldir. İnsanlar üstünlüğe ulaşma çabalarını çok çeşitli yollarla gösterir. Bu doğrultu da Adler’in yaşam stili dediği tipik bir tepki verme şekli geliştirilir. Yaşam stili hayali veya gerçek aşağılık duygusunu ödünleyen davranışları kapsar. Adler’e göre birey, kendi yaşam stilini bizzat kendisi bilinçli olarak oluşturur. Bu nokta ile Freud’dan ayrılır.

Çocuğun kişiliğinin gelişiminde aile önemlidir. Örneğin, engelli bir çocuk kendini bir hata olarak görebilir; ama ebeveynlerin yardımıyla yetersizliklerini güce dönüştürebilir. Ailesi tarafından şımartılmış bir çocuk da sosyal ilgi gelişmez ve güvensiz büyür.

Ben’in Yaratıcı Gücü

Ben’in yaratıcı gücü görüşü, Adler’in teorisinin zirvesi olarak kabul edilir. Adler’e göre insanlar kişiliklerini ve kendilerine özel yaşam stillerini uyumlu biçimde belirleme yeteneğine sahiptirler. Belirli yetenek ve deneyimler, kalıtım ve çevre yoluyla bize gelirler; ama hayata karşı tutumlarımızın temelini oluşturan bu deneyimleri kullanmak ve yorumlamak, yolumuzdur demiştir. Ben’in yaratıcı gücü görüşü, kendi kişiliğimizi ve kaderimizin şekillenmesinde bizim bilinçli olarak yer aldığımız anlamındadır. İnsanların yazgılarının belirlenmesine doğrudan katılmaya açık olduklarını belirtmiştir.

Doğum Sırası

Ailede, büyük, ortanca ve küçük çocuklar farklı sosyal deneyimler yaşarlar. Bunun sonucunda farklı kişilikler sergilerler. Örneğin en büyük çocuk, ikinci çocuğun doğumuyla eski özenli büyütülme sürecini artık yaşayamaz. İlk doğan düzen sürdürme merakıyla, endişeli, meraklı, muhafazakar ve otoriter olabilir. Adler, suçluların, nörotiklerin ve sapıkların genellikle ilk doğan çocuk olduğunu söyler. İkinci çocuk, isyankar, kıskanç, hırslı olur ve ilk doğanı sürekli aşmaya çalışır. İkinci doğan çocuk daha uyumludur. En küçük çocuk şımartılacağından, çocuklukta ve yetişkinlikte davranış problemleri gösterir.

Bir yanıt yazın